Piero Scanziani

İnsanın Macerası


Скачать книгу

atalarımız ve büyükbabalarımız etrafımızı sarmıştı ve her biri bize kendinden bir şey teklif ediyordu. Birincisi kendi mavi gözlerini sunarken hemen bir başkası “Hayır hayır, benimkiler, siyah!” diyerek onu reddediyordu; kimi sarı saçlarını gösteriyordu, kimi esmerliğini, nihayetinde tümü bizi kendine çağırıyordu: “Benim gibi, benim gibi.” Kimi boyunu vermek için kimi de kan grubunu geçirmek için bağrışırdı. Bazıları kendi gücü kuvvetini önerirdi, diğerleri fiziksel kusurlarını, kimi şahin bakışlarını, kimi renk körlüğünü, kimi tüberküloza direncini, kimi soğuk algınlığına bile kapılma kolaylığını aktarmak isterdi. Tümü oradaydı, kış uykumuzun etrafında elleri teklifleriyle dolu atalarımızın yüzyıllardan beri ortadan kaybolmuş olmalarına rağmen, her birinin empoze edecek bir şeyi vardı. Binlerce yıldır ölü oldukları hâlde, hâlâ ölümü tamamen kabul etmiyorlardı.

      Bu sağır edici, gürültülü kalabalığın arasında, seçim yapmak zorundaydık: Siyah ya da sarı saçları kabul etmek, kanın bileşimini ve gözün şeklini belirlemek, iskeletimizi, kaslarımızı ve deri hücrelerimizi kimden alacağımıza karar vermek. Oysa biz karanlığa batmış hâlde, sessizce ve su altı yaşamının huzurlu sıcaklığında uyuyorduk. O hâlde seçim bizim yerimize merkezimizde yer alan gizli ve manevi bir bilgelik tarafından gerçekleştirildi. Bu bilgelik gece gündüz kanımızın akışını yönlendiren, bezlerin salgılanmasını ve peristaltizm hareketlerini sağlayan, yaraları iyileştirmek için müdahale eden, düşman mikropları bastıran, beyaz kan hücrelerini savaşa yönlendiren, vücut sıcaklığını ve şeker seviyesini sabit tutan, nefes alışverişimizi ve kalp atışlarımızı düzenleyen bir bilgeliktir.

      Bu bilgelik, büyük babalarımızın haykırışlarını dinliyor ve ebeveynlerimizinki önce olmak üzere en güçlü ve en yakın sesleri bir köşeye ayırıyordu. Beden mirasımızın neredeyse yarısını anne ve babamızdan aldı. Ölçümü tamamlamak için dörtte birini büyükbabadan, sekizde birini büyük büyük babadan, on altıda birini büyük büyükanne ve büyükbabadan aldı, daha küçük kesirlerde daha uzaktan ve daha loş olarak gelen sesleri kullandı. Ancak herkesten mutlaka bir şey almış oldu: Orta Çağ şövalyesinden, Buda dönemi çağdaşından, Pamirli bir adamdan, Büyük Tufan öncesi Buzul Dönemi’nin uyuşmuş sakinlerinden.

      Bu seçimlerle bizim yalnızca vücudumuzu değil aynı zamanda kaderimizin önemli bir parçasını da iki yüz seksen günde inşa etmiş oldu.

      Atalarımızın bu çalkantılı kalabalığında teklifini ancak mırıldananlar, çekingen olanlar vardı, inatçı olanlar vardı, başkalarını susmaya ve itaat etmeye zorlayan zorbalar da vardı.

      Onlar her nesli, alnın belirli bir çizgisini veya elmacık kemiklerinin belirli bir çıkıntısını veya belirli bir çene modelini sadakatle kopyalamaya zorlayarak kendi ailelerine belirli sima bahşediyorlardı.

      Bundan yarım bin yıl önce yaşayan I. Maximilian büyük bir imparator, olağanüstü ve yaratıcı bir insandı, güzel konuşma, edebiyat ve sanat âşığıydı. Simasına güçlü bir çene ve çıkıntılı bir alt dudak kondurulmuştu. Bu çıkıntılı dudağı bir tahakküm işareti olarak kabul ederdi. Yakışıklı lakaplı oğlu Philipp’e bu geçince çok sevindi: Karısı bu güzelliği öylesine kıskanıyordu ki Karl ve Ferdinando dünyaya geldiğinde her ikisinde de büyükbabasının dudağını görünce deliye döndü.

      İmparator Maximilian daha altmışına bile gelemeden hayata gözlerini yumdu ancak onun soyundan biri bir kraliçenin rahmine düştüğü her seferinde aceleyle koşturmaya hazır olan gölgesi baki kaldı. V. Karl’ın bir oğlu oldu: II. Philip ve Maximilian’ın gölgesi Titian’ın bir tablosuyla kanıtlandığı gibi o malum alt dudağını torununa teslim etmişti. II. Philip’in de bir oğlu vardı: III. Philip Velázquez’in kanıtladığı bir resim olarak onda da büyük büyük büyükbabanın gölgesi vardı. II. Carlos dünyaya geldi, büyük büyükbabasının dudağı onda da tekrarlanıyordu ama hasta, zayıf fikirli ve üretmek konusunda yetersizdi.

      Daha sonra Maximilian’ın gölgesi bir başka yerde dal verdi: Bu yeğeni Ferdinand’dı. İşaretini sadece Habsburg soyunda değil ama aynı zamanda Savoy’a kadar götürdü ve ilgili kraliyet ailelerinde de kendini gösterdi, en nihayetinde malum dudak III. Vittorio Emanuele’in posta pulu profilinde asılı kaldı.

      Her birimizin ataları arasında yarım bin yıl önce öldüğü hâlde bizi göz kapaklarını veya kulağını kopyalamaya zorlayan bir Maximilian vardır.

      Embriyonik uyuşukluğumuzun etrafında kalabalık eden toplamda kaç adet atamız vardı? Üç yüz kişilik bir zaman sırası ile babadan babaya Buzul Çağı’nın eşiğine gidebilirken, büyük büyükbabalarımızın sayısını hesaplayabilmemiz mümkün değildir.

      Her birimizin iki ebeveyni, dört tane büyükanne ve büyükbabası vardır, sekiz tane büyük büyükbabası ve büyük büyükannesi ve on altı tane büyük büyük büyükannesi ve babası vardır. Aslan Yürekli Richard’ın zamanına kadar bu geometrik ilerleme ile 8.388.608 adet yaşamış ecdadımız olmalıydı. Ancak eğer hesabımızı Mesih’in doğuşuna kadar götürürsek o zaman yaşayan atalar 576.460.752.303.423.488 olurdu, bu açıkça imkânsızdır çünkü Dünya’nın yüzünde hiç bu kadar insan yaşamamıştır.

      Bunun nedeni, zamanda geriye giderken, geçmişte yaşamış insanların her birinin bizim birkaç kez atamız olmasıdır, bunun nedeni soy dallarımızın birbirine çaprazlanmış olmasıdır, tıpkı kalelerin duvarları üzerindeki eski sarmaşıklar gibi.

      Aynı şey kitaplarda yazılı ve iyi belgelenmiş safkan atların soyağacında da meydana gelir. Her safkan iki ebeveyne, dört büyük anne ve büyük babaya, sekiz büyük büyükanne ve büyük büyükbabaya, on altı büyük büyük büyükanne ve babaya sahiptir ve geometrik artış bu şekilde devam eder. Ancak bir noktada ırkın eski ataları daima birbirinin aynıdır ve onların (üç ya da dörtten fazla olmamak üzere) tümünün soyu aşağı doğru gider ve onların kanı her büyük toruna akar.

      Böylece her ne kadar bizim halklarımız ve medeniyetlerimizin bugün ayrı olduğunu düşünsek de hepimiz aynı kütük ve aynı insanların çocuklarıyız. Aynı kan bizi kardeşçe bağlar.

      Biz embriyonik uykumuzdayken bin yıl boyunca ter döken neredeyse tüm erkekler ve Havva ile başlamak üzere dünyada doğum yapan tüm kadınlar etrafımızda kalabalık eder.

      Atalarımızın sayısız kalabalığı yalnızca bedenlerimizin inşası için teklifler sunmuyordu, aynı zamanda mirasları bizim ruhumuzu da şekillendirmeye hizmet ediyordu.

      Kimi kendi sakinliğini, kimi kendi öfkesini, kimi kıvrak zekâsını, kimi duygusallığını, kimi müziğe kimi matematiğe yatkınlığını, kimi açgözlülüğünü, kimi cömertliğini, kimi zorbalığını, kimi uysallığını, kimi inatçılığını ve kimi de kaygısızlığını sunuyordu.

      Bizzat merkezimizde yer alan aydınlık bilgelik vücudumuzu şekillendirmek için gerekli mirasları toplarken, eş zamanlı olarak ruhumuzu da şekillendirmeye başlar. Böylece belirli öfke, açgözlülük, korkular, sevinçler, depresyonlar, seçerek eğilimlerimizi belirler. Bu esnada farklı düzeylerde gözlemleyen, farklı düzeylerde denetleyen, farklı düzeylerde bilgiyi gruplandıran ve ayıran, farklı bir dereceye kadar bazen gösterişli sezgilere yükselmeyi başaran zihin yapımızı da inşa eder. Ayrıca herkesten ve her şeyden bağımsız olarak, biz olmakla ilgili keskin bir duyguyu ifade eden kendi özbenliğimizi de oluşturur. Bazılarında öz benlik içinde kilitli şekilde yaşadığı bir kaledir, kimilerinde ise basitçe aşılabilecek bir alçak çittir, bir başkasını çok çabuk anlayacak ve kendimizi unutacak kadar.

      Bu incelikli seçim sırasında, atalarımız kargaşa içinde bağırmaya devam ediyordu: “Benim gibi!