Francois Mauriac

Kara Melekler


Скачать книгу

söyledi. Ertesi sabah kapıyı vurduktan sonra odama girdi. Çok zayıflamıştı ve hasta bakıcısı kıyafetinde daha az çirkin görünüyordu. Lakin kırkına yaklaşmış olan bu kadın o kadar ihtiyar görünüyordu ki zihnim karıştı. İlk önce beni evlenmemizin dehşeti istila etti. Çünkü o vakit her ne kadar otuz iki yaşında idiysem de kimse bana yirmi yaştan fazla vermezdi. Adila bir şey söylemeden beni tetkik ediyordu. Ben yatakta idim ve evleneceğim bu ihtiyar kadına göründüğüm gibi kendimi aynada görüyordum.

      O ayakta, mümkün olduğu kadar uzakta duruyordu ve beni öpmek için bile bir hareket etmemişti. Bana küçük Andrés’i Ikrons’ta sütnineye bırakmış olduğunu, çocuğun güzel olduğunu söyledi. Bu çocuğun bence ne ehemmiyeti vardı? Hatırlıyorum. Pencere bütün bütün açıktı; paskalya güneşi yatağımı ışığa boğuyordu ve yapraksız meşelerde arı kuşları birbirini çağırıyorlardı: Sıralanmış büyük savaşa rağmen dışarıda o kadar gençlik ve sevinç vardı; bütün aşk ile dolu bir âlem. Ben ise kısmetim olan bu kadını seyrediyordum. Hemen beyaz gibi bir saç lülesi başlığından çıkıyordu. Gözleri inik idi. Mahsus bana bakmamak azmiyle beraber itirazsız bir itaat ifade ediyordu. Daha fazla kendimi tutamadım. Kekeledim:

      “Maksadına eriştin… Beni satın aldın sanıyorsun… Fakat göreceksin! Göreceksin!”

      Gözlerini kaldırdı. Ben daima insanları okumak hassasını haiz oldum, bu nazar hiçbir arzu ve ne de şiddetli bir his ifade etmiyordu. Yatağımdan çıktım. O gözlerini indirmedi. Kapıya dayanmış duruyor ve dudakları kımıldanıyordu. O kadar benzi atmıştı ki benden korktuğunu mu sordum. Başını eğdi.

      “Öyle ise benimle niçin evleniyorsun?”

      “Bu gerekli… Andrés için.”

      “Fakat artık beni sevmiyor musun?”

      Belirsiz bir harekette bulundu.

      “Benden korkuyor musun?”

      “Hayır.” diye itiraz etti. “Fakat sendekinden korkuyorum.”

      “Bendeki fenalıktan mı? O senin eserindir. Bunu sen iyi bilirsin!”

      Ah! Nihayet doğru isabet etmiştim. Bir inilti çıkardı.

      “Ben henüz ufak bir çocuktum. Hatırla, Adila! Pek saf bir çocuk, ruhban okulunun bir talebesi.”

      Gözleri yaşla doldu. Bu zavallı yumuşak çehre dehşet ifade ediyordu. Ve birdenbire onun yere yıkıldığını gördüm. Ben ise ayakta, pijama ile – gözlerinizin önüne geliyor değil mi? – ona bakıyordum. Başını kollarının içinde saklamıştı. Şişman vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bana yabancı kalmış bir his varsa o da merhamettir, ama birçok rabıtalarla bağlandığım bir mahluka karşı bile olsa! Ey peki! O anda ona karşı bir merhamet duyuyordum, nasıl söyleyeyim Rahip Efendi, tabiatın fevkinde bir merhamet… Bunu rastgele böyle söylemiyorum. İstemeyerek itiraz ettim:

      “Hayır, bedbaht, hayır bana inanma… Ne? Ne diyorsun?”

      Ona doğru eğildim. Alnına yapışan bu kırçıl lüle saçı elimle ayırdım ve iki hıçkırık arasında ağzından kaçırdığı kelimeleri anlamaya çalıştım. Nihayet anladım: “Boyuna değirmen taşı…” İsa’nın kendine iman eden o küçüklerden birini gücendirenlerin aleyhindeki bu tehdidini tekrarlıyordu: “Boyunlarına bir değirmen taşı bağlamak onlar için daha iyidir.” Karşı koyamadığım bir kuvvet beni onun yanında diz çöktürdü. Kollarımla onu sardım:

      “Hayır, biçare kız, bu tehdit sana göre değildir. Çünkü ben, meleklerin Tanrı’nın cemali aksetmiş gördükleri o küçüklerden biri değildim. Hiçbir vakit bu küçüklerden biri olmadım. Mazimde ne kadar uzağa baksam içimde fesat yerleşmişti ve senin ruhunda bir karışıklık uyandırmakla eğlenirdim. İnsanın yaşı bir mana ifade etmez… Dünyaya geldiğim anda bana başkaları gibi masumiyet değil, masumiyet maskesi verilmişti. Çocukluk kirpiklerimin arasından senin kalbinde senin teninde uyandırdığım arzu ve hevese dikkat ederdim. Senin zavallı ruhun için kendimin ne kadar müthiş olduğumu memnuniyetle hissederdin. Tuzağa konulan yem olduğumu anlıyordum. Benim kendi zehrimin tadı ağzımı dolduruyordu ve sen bu büyülü vücuda yaklaşıyordun. Bu yalancı saffet ve ihlasın etrafında dolaşıyordun. Tereddütle ilerlemelerin, gerilemelerin, bana doğru dönüşlerin bunların hiçbiri gözümden kaçmıyordu. Buz gibi soğuk yürekli bir çocuktum. Seninle oynuyordum; zavallı kız! Onun için hiç üzülme. İkimizin en kuvvetlisi, en büyüğü ve baştan çıkaranı ben oldum. On altı yaşında iken ne ihtiyar idim. Dünya gibi ihtiyar! Hâlbuki sen benden beş yaş büyük olduğun hâlde ne çocuk yürekli idin!”

      Tekrar kalkmış ve duvara dayanarak duruyordu. Bu şişkin çehreyi, beyaz başlıktan çıkan saçları hâlâ görüyorum. Hâlâ tırmanarak ağaçlara çıkan o kuşun ötüşünü, arı kuşlarının cıvıltısını ve sarmaşıklar içine düşmüş ardıç kuşlarını işitiyordum. Bu bir yortu haftası sabahı idi. Hayatımda fenalık yapmadığım bir an idi Rahip Efendi, o an iyilikte bulundum ve bu üzüntülü ruhu kenarında durdurdum… Bana rağmen, şüphesiz kendime rağmen, ama bir başkasına da rağmen… Kaçmalı, benden kaçmalı, diye ona tekrar ettim. Buradan savuş!

      Bana derin bir muhabbetle bakarak başını sallıyordu. Bazen vücudunu bir ürperme sarsıyordu. Fakat artık ağlamıyordu. Birkaç defa “imkânı yok” diye tekrar ettiği için her zamanki sesimi buldum ve ona sordum:

      “Benden şifa bulmadın mı?”

      Bir yerine bir şey batırmışım gibi tekrar doğruldu, ben ısrar ettim:

      “İyi olmuş olsaydın, buradan uzaklaşır, benden kaçardın, fakat senin için ne sakladığımı biliyor musun?”

      “Biliyorum.” diye cevap verdi.

      “Sen beni tanıyor sanıyorsun… Benim neye muktedir olduğumu bilmiyorsun.” Sanki Adila’nın her şeyi bilerek karım olması lazımmış ve bunu ben istiyormuşum gibi:

      “Nasıl bilmez olurum?”

      Bu suali boğuk bir sesle söyledi. Ben bundan nefret duydum. Hiddetim tekrar uyandı:

      “Bu yapıldığı vakit o kadar mağrur olmayacaksın.”

      Başı duvara doğru devrilmiş bana bakıyordu:

      “Aman ne olacaksa bir an evvel olsun da bitsin. En gücü bunu haber vermek olacaktır.”

      Ve kaba bir tavırla sözünü kestiğim için tekrar söze girişerek:

      “Maksat annem değil, onu çok zamandan beri hazırladım. O buna şaşmayacaktır. Hayır, ben Mathilde’i düşünüyorum…”

      Bana niçin Mathilde’den bahsediyordu. İkimiz de daima bu ismi telaffuz etmeye mahal vermemiştik. Onun İngiltere’de bulunduğunu hatırladım. Mathilde’in bizim için ne ehemmiyeti vardı? Onu bu olağan şey karşısında bulundurduk, Adila yavaş sesle:

      “Yarın dönüyor.” dedi.

      Gözleri boşluğa baktı. Yanaklarından aşağı iki yaş akıyordu:

      “Ona söylemek gerek…”

      “Bunun onunla ne ilgisi var? O senin teyzenin kızından başka bir şey değil. Bir evde yaşadınız, bu malum. Fakat seni Paris’e götüreceğimi biliyor musun?”

      Liogeats’i terk hususundaki kati azmimi bildirmek için evlenmemizi beklemeden işi meydana vurmuş olduğumdan dolayı canım sıkıldı, dudaklarımı ısırdım. Fakat bu haberin onu kayıtsız bıraktığını iyice gördüm. İzdivaca, denize atılır gibi giriyordu. Mırıldanarak:

      “Paris’e veya başka yere…”

      “Evet hakkın var; Paris’te veya başka yerde benimle