hususta hiçbir söz dinlemediğini biliyordum. O hatta çocuklarımızın evlenmelerinin ancak bu iş bittikten sonra yapılabileceğini söylüyor. Velhasıl Andrés’i bunları satmaya ikna etmem için üzerime düşüyordu. Hâlbuki Rahip Efendi, biliyor musunuz, ben ki şimdi tanıdığınız babayım, doğumundan beri ilgi göstermediğim bu çocuk üzerinde çok nüfuzum vardır. O beni hakikatte ondan çaldığım parayı almak için Liogeats’e geldiğim vakit ancak görmüştü. Oğluma da kendimi beğendirdim. O benim son zaferimdir ve diğerleri gibi ondan istifade ediyorum, yalnız onu seviyorum.
Ben ne istersem o yapar, gerçi toprağa o da bağlıdır, fakat alçakça değil. Onda mülkiyet istidadı yoktur ve validesi ona çiftliklere alakadar olma ihsanını vermiştir. Onlarla meşgul oluyor ve Debats’ın garezkârane bir tavırla söylediği gibi onların tarafında bulunuyor… Çünkü kendi isteğiyle Symphorien Debats’ın çiftlik kâhyası olmuştur. Du Buch arazisinin büyük kısmına tasarruf ettiğine kanaat etmeyen bu tilki, bu ailenin son erkek neslini bir hizmetkâr gibi kullanıyor. Andrés buna tahammül ediyor, çünkü kendini şimdiden Catherine’in kocası sanıyor. Bunu kolaylıkla bir hasta merakı diye hayal ettiği cihetle Balizau ile Cernes’in vergilerini arttırmamak için onları müstakbeldeki kayınpederine mümkün olduğu kadar ucuz satmayı kabul edecekti. Desbats bu iş bittikten sonra hemen düğün gününü tayin edeceğine yemin ediyor, fakat ben onları muhafaza etmesini istiyorum Rahip Efendi. Biliyorum ki eğer iş olursa ben bir komisyon alacağım; Debats bana bir kıymet söyledi. Küçük de benim büyük müşkülat içinde olduğumu bildiğinden satış parasını bana avans vermeyi vadetti. Ona yüzde beş vereceğim. Ancak bunun bir tuzak olmadığını ve Andrés’i soyup soğana çevirdikten sonra ihtiyarın onu damat yapacağını kim bana temin eder? Bu adamın vaatleri noterde imza edilmiş olmadıkça ne kıymete haizdir? Yalnız ben her zamankinden ziyade Aline tarafından rahatsız ediliyorum. Senelerce çok emeğim bulundu, fakat ihtiyarlıyorum, aydan aya, haftadan haftaya ihtiyarlıyorum. Ne olursa olsun küçüğü soymayacağım… Balizaou ile Cernes’i elden çıkarmasın. Hiç olmazsa düğününün ertesi gününe kadar saklasın. Bu iyi sıçramak için geri geri gitmeye benzer: Ben komisyonumu ve Andrés’in ikraz edeceği parayı aldıktan sonra artık bekleyeceğim bir şey kalmaz… Debats’a kendimi teslim etmekten başka bir şey kalmaz. O belki Aline’den daha kuvvetli çıkar. Tevdi ettiğim esrarı beni mahvetmek için kullanmasa bile izdivacı yapmamaya bunda bir vesile bulur… Rahip Efendi siz yalnız, siz yalnız…
Bu şeyleri size yazmak ne cesaret! Bu vahşete sonuna kadar tahammül edebileceğinizi zannetmek ne hodbinlik! Mamafih beni okuyacağınızdan, şiddetle ileri gitmekte devam edeceğinizden asla şüphe etmem. Siz ki herkes gibi hükmetmezsiniz. Çünkü dünya adamı değilsiniz, siz ki temeli ve sebebi bilirsiniz, daha doğrusu hakiki illetleri ve derin sebepleri bizim anlamadığımızı bilirsiniz. Bu alçaklığın benim kuvvetimin fevkinde olduğunu, küçük Gabriel Gradére ile onun hayatının başlangıcında ona tayin ve tahsis edilen rol arasında fevkalade nispetsizlik olduğunu anlamışsınızdır. Evet, ben bir rol oynuyorum ki bunun için yaratılmışımdır: İnsani olmayan bu yükün altında eziliyorum. Birinin yardımına muhtacım ve yalnız siz…
I
Kalemini bıraktı, yazdığını tekrar okudu, kalktı. Mavi ipekten parça parça ve lekeli bir gecelik giymişti. Güneş yanığı altında çehresi, beyaz saçlarına rağmen genç görünüyordu. Açık renk gözleri çocukluktan beri değişmemişti. Kirli camlardan mağmum bir ışık giriyordu: Parmakları sıkıştıran ince demir panjurları büsbütün kapamak için tamamen kaybolması sabırsızlıkla beklenen Paris’in bu ışığı… Eşya 1925 senesindendi. Nikelli ve billurlu bu eşyaya, resimli duvarlara hayat bir şey ilave edememişti. Bunların hepsi son parçalarına kadar yeni kalacaklardı. Bununla birlikte bir karışıklık vardı. Hayattan değil, haraplıktan mütevellit bir karışıklık. Soğuk bir yemeğin kalıntısıyla bir tepsi halının üzerinde duruyordu. Her yerde sigara uçları… Birçok günden beri temizlik yapılmamıştı.
Gabriel Gradére kendine yatak hizmetini de gören sedir üzerine uzandı, kendi kendine söyleniyordu: “Niçin yazıyorsun? Bu ufak papaz sana ne yapabilir? Hem onu görmekten seni menederim. Onu tanımaktan seni menederim, onu bizim esrarımıza karıştırmaktan seni menederim!”
Üst katta bir çocuk bir gam çalmaya başladı. Gradére bundan hoşlandı. Çünkü sessizlikten nefret ederdi. Sükûnet nefes alıyordu. Hava ağırdı. Sıkıntılı ve durgundu. Hayır, fazla bir çeyrek saat daha kalamazdı. Acele ile geceliğini çıkardı, giyindi. Kendi arkasından kapıyı kapamak, anahtarı kilidin içinde çevirmek ne mutlu idi. Sanki Emile Zola sokağındaki bu evin duvarları arasına hayatının ve bütün hayatın düşmanını kapıyordu!
Bu saatte sokakta fenerlerin hepsi birden yanar. Süratli adımlarla genç gibi, uçarcasına, kendine mahsus yürüyüşle gidiyordu. Bir gazete satın aldı. Biri kendi izini kaybediyormuş gibi bir his duyuyordu. Onun çehresine kim bir isim takabilirdi? Sen Nehri’ni geçti, Auteuil kapısına kadar tramvay raylarını takip etti. Yazın dopdolu olan bu kahvenin taraçasında kimse yoktu. Fakat o üşümüyordu. Bir ispirto… Beklenen saadetin bu içkiden çıkarılabileceği önceden asla bilinmez. Bazen ispirto sizi kurtarır, fakat başka defalar hüznü arttırır, yeisi şiddetlendirir. Bu ispirto merhamet dolu olacaktı. Gradére korkmadan girmeye, uzanmaya, gözlerini kapamayabilirdi. Akşam yemeğini yiyemeyip tasarruf edecek, oradan geç çıkacak, her akşam Florence’teki kadının masasına oturacak, bir sandviç yiyecek ve parasını şampanya ile beraber kadın verecekti. Toprak ve yaprak kokulu bir orman havası mahallenin üstünden geçti. Acele ile döndü.
Kendi kendine: “Bak elektriği söndürmeyi unutmuşum.” dedi. “Aline! Orada ne yapıyorsun? Seni buraya gelmekten menetmiştim.”
Sedirin üzerine uzanan kadın kımıldanmadı. Boş bir Porto şarap şişesi yanında sigara içiyordu. Şapkasını ocağın üstündeki Buda heykelinin başına geçirmişti. Pudralı ablak çehresi yıkanmadan boyanmıştı. Kat kat boya içinde bulanık ve sulu gözleri parlıyordu. Ağzının yarığını kırmızı bir hat işaret ediyordu. Kalçalarına kadar kalkmş esvabı, suni ipek altında hâlâ ince bacaklarını meydana çıkarıyordu.
“Senin bana menedecek bir şeyin yok… Anahtar bende değil mi? İşte iki aydır bekliyorum.”
Bordeaux şivesini korumuştu. Gabriel onun yanına oturdu, bir sigara yaktı; usul usul ve güçlükle:
“Benim de Aline… Benim de artık bir şeyim yok… Günde yalnız bir defa yemek yiyorum.”
“Sen küçükten alabilirsin…”
Gabriel sertçe sözünü kesti.
“Hayır, küçükten bahsetme. Ben Andrés’i soymayacağım. Hayır, hiç olmazsa bunu yapmayacağım… Hayır! Hayır!”
“Fakat mademki o kendi razı…”
“Ondan istifade etmemeye bu da bir sebep değil mi?”
“Fakat mademki evlenmesi bu pazarlığa bağlı bulunuyor! Desbats sana bunu vadetti. Sana karşı hiçbir zaman sözünü tutmamazlık etmedi…”
Gabriel cevap vermeksizin basını sallıyordu.
“Öyle ise başka şey bul. Ben mutlaka senin çocuğunu soymanı istemem… Zaten bugün olmazsa yarın onu soyacaksın. İhtiyar kurt! Nihayet bunu yapacağını sen de biliyorsun. Fakat o vakte kadar…”
Kelimelerin sonunu telaffuz ederken mahsus sesini daha kuvvetleştiriyordu. Gabriel ayakta idi. Radyatöre dayanıyordu ve kadına bakıyordu, ona bakmaya kendini zorluyordu. Son bir defa bu kadınla münasebeti kesmek, onu dışarıya atmak… Niçin bunu bu akşam yapmayacaktı? Tehditlerini yapmaya kalkışması kadın için çok tehlikeli olacaktı. Polisin dikkatini celbetmek hiç işine gelmezdi.
Aline birdenbire: “Ne