Mathilde’e gelince, bu, benim kuvvetimin fevkindedir. Sen ona kendin haber vereceksin. Hem de ne kadar çabuk olması mümkünse… Yarın, her şeyin çabuk bitmesi lazım. Niçin Paris’te değil, mademki Paris’te senin tanınmış bir meskenin var?”
“Hayır.” diye itiraz ettim. “Ben burada parlak bir şekilde evlenmek istiyorum. Senin beyaz libasınla Liogeats’ten geçmeni istiyorum. Bütün halkın benim başarıma şahit olmalarını istiyorum… Büyük bir başarı değil mi? Bazıları olup bitenden şüphe ediyorlar. Onların hakaretlerini beklemeli. Ne yazık! Ben mutlaka Liogeats kilisesinde güzel bir düğün yapmak istiyorum.”
“Yapacaksın, yapacağız.”
Beni gözlerinden kaçırmıyordu. Ve çabuk çabuk nefes alıyordu.
Bütün gün başka kimseyi görmedim. Dul kadınlarla, çocuklarını kaybetmiş analarla dolu olan köyde gezinmeye cesaret edemiyordum. Matemde olmayan, endişe içinde yaşamayan bir aile yoktu. Halk bu zamanda genç ve sağlam bir adamı görmeye tahammül edemiyordu. Hakikatte benim terhisim nizamı dairesinde idi. Radyografinin tetkiki ve muayene neticesinde ciğerimin anlaşılan maluliyeti endişeye mahal bırakmıyordu. Fakat şurası garip idi ki ben hiçbir rahatsızlık, yorgunluk duymuyordum. Demir gibi kuvvetli idim. Bunu nasıl izah ederseniz ediniz, Rahip Efendi. Ben garip bir surette muhafaza edilmiştim, bunu itiraf etmeli, ehemmiyette idim. Bununla beraber hayatım devam ettikçe beni dehşet alıyordu.
Bugünü bahçede dolaşmakla geçirdim. Adila hastanesine gitmişti. Annesi senelerden beri yemeğe inmiyordu. Yalnız ihtiyar kadının, şatonun cephesindeki pencerelerinin panjurları açıktı; ötekilerin hepsi kapalı idi. Batı tarafında bir hizmetçi kızın, Mathilde’in odasının camlarını sildiğini gördüm. Bu odadan Adila’nın odasına geçilirdi.
Öğle vakti Aline’den bir mektup aldım. Amirane ve tehditkârane idi; lakin ben müsterihtim. Evlenmemi bozmamakta onun da faydası vardı ve define benim ellerimin içine düşmedikçe ondan korkum yoktu. Fakat ondan itibaren bana hayatı zehir edebilirdi. Önceden titriyordum. Rahip Efendi, sizin niteliğinizdeki adamlar benim cinsimden adamların nasıl olup kendilerini sıkan birini ortadan kaldırmak fikrine ereceklerini sorarlar. Bununla beraber daha o zaman devamlı düşüncelerimden biri Aline’den kurtulmak için bir çare bulmaktı. Hayal gücüm geniş idi: Hayatımı fikren onu öldürmekle geçirdim. İhtira ettiğim şeylerin hepsiyle ne kadar polis romanı yazabilirdim! Fakat büsbütün rahat bırakacak cinayet yoktur. Ve bir de çoktan beri tehlikeli şantaj oyunlarına alışmış olan Aline kendini sakınıyordu. Genellikle benim tasavvurlarımdan tabii bir şey gibi bahseden ve niçin kendini öldürmeyeceğini ve niçin öldüremeyeceğimi bana izah ederdi: Kırk sekiz saat zarfında şüphe altına düşecek ve tutuklanacaktım; her şey beni itham edecekti. Bundan vazgeçmek emin kimselerde birtakım evrak bıraktığını ve bunların da emir öncesinde adaletin hakkımda dikkatini celbedeceğini sık sık tekrar ediyordu. Kaltak, kendi yaşamasında benim de çıkarım olduğuna ve hatta ona bir felaket gelirse benim günahsız da olsam mahvolmuş olacağıma nihayet beni ikna etmişti.
Bugün, o vahşi ve çıplak ormanlarda geçti ki çocukluğumdan beri beni tanımakla beraber kim olduğumu bilmiyorlardı. Yalnız benim yaratılışımda bir adam, bize hükmetmek için ne gözü ve ne şuuru olmayan bu çok güzel cihanı derinden sevebilir… Hayvanlarla, yıldızlarla dolu bu kokulu cihan velilerle delilerin vücudunu ve kurtuluş veya fena bulan mahlukların bulunduğunu bilmez. O gün saat üçe doğru güneşte devrilmiş bir çam üzerine oturduğumu hatırlıyorum. Ağacın iri gövdesi düşerken meşeleri de tahrip etmişti. Kopan kabukların kokusu içinde çömelerek bir tilki gibi, bir sansar gibi masumane ısınıyordum. Tabiat benden hesap sormuyordu: Ona karşı yaşayan her şey, onun en gizli hayatına karışmış her şey birbirini yırtıyor, mahvediyordu. Aynı saatte güneşte tüylerini, postlarını, kanatlarını ısıtan binlerce başkaları arasında bir yırtıcı da bendim. Istırap çekiyordum. Istırabım mucize ile işlemez olmuştu. Çünkü Rahip Efendi bilmelisiniz ki bu zalim acı asla kesilmez. Her saniye ebediyen tutulmak hissi asla sizi bırakmaz. O zamanda sizinkilerden biri tarafından bir gün bana söylenmiş olan bir sözü henüz işitmemiştim. O peygamber ağızlı ihtiyar papaz ki Luchon’da tedavide bulunduğum sene Super-Baqnere’in yılankavi dağ yollarında tesadüf etmiştim. Evet, onunla beraber İsa’dan onun dediği gibi “bu cihanın hükümdarından” bahsediyorduk. Bana öyle bir emniyetli sesle söyledi ki donakaldım: “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.” Bunu sağlam bir kaynaktan biliyor gibi görünüyordu. Onu sorgulamaya cesaret edemiyordum ve acele ile başka şeylerden konuşuyordum. Ondan beri açıklama almak için bu ihtiyarı her yerde aradım. Nihayet tekrar izini buldum: Vanves’te bir inziva evinde kutsiyet rayihasıyla ölmüştü ve müthiş sırrını beraber götürmüştü. “Ruhlar vardır ki ona teslim olmuşlardır.”
Mathilde, ertesi gün sabah kahvaltısından sonra geldi. Ben karşılamaya gitmemiştim. Bütün gün onun Adila’yı çağırdığını ve eşyalarını çözdüğü odasında gülüp şarkı söylediğini işittim. Kapıları çarpıyordu. Küçük kız hiç değişmemişti. Geçtiği yerde herkes uyanıyordu. Güneşte gazeteleri okuyordum ki çevik bir el şapkamı kaptı. Bir gülme işittim, tanıdım, fakat önce yalnız gülmeyi tanıdım. Kırlangıç edalı ince uzun kız vaktiyle oyunlarıma iştirak etmiş olan zeytin rengindeki ince çubuğu asla hatırlamıyordu. Sonraki o Mathilde Desbats’a da benzemiyordu. Siz bu Madam Symphorien Desbats’ın artık vicdan rehberliği şerefine haiz değilsiniz. Bu zamanda hiçbir şey Rahip Efendi, Mathilde’den daha az feci değildi. Onun tanıdığınız yadırgayan çehresi yoktu. Fakat hâli ürkekti, evet, o ürküyordu: birdenbire odaya giren ve her şeye çarpan kırlangıç kuşu, yolun ortasına konmuş, orada yalnız bir saniye duran bir kuş gibi şapkasını sallıyor ve saçları sımsıkı bağlanmış ufak başının sert hareketleriyle yüzüme dik dik bakıyordu. Esvabının nasıl olduğunu, mevsimin hâlâ soğuk olmasına rağmen çıplak kollarını, esmer boynunun etrafındaki iri mercan yuvarlakları size söyleyebilirim. Ben artık kendime malik değildim, artık kim olduğumu bilmiyordum: Mevcudiyetimin içinden esrarengiz bir incelik yükseliyor ve suçlu hayatımın üzerine yayılıyordu. İşte tekrar genç bir kızın karşısında genç bir adam oldum… Hayır, doğru değil, bütün bu hayat rüyada yaşanmıştır. Hâlâ ağaçlıklar içinde saklandığımız zamanlar… Adila bizi arıyor, isimlerimizi haykırıyordu, ben onu sıkmayarak kollarımın arasında tutuyordum, o, ellerini boynuma doluyordu. Bütün bir hayatın kirliliği fena bir rüya kadar sürdü. Sıçrayarak uyanıyorum, sen hâlâ oradasın, beni seviyorsun… Ve biz öyle çekingen kalıyoruz. Birimiz atılmaya gayret etmiyor… O birdenbire konuşuyor:
“Küçücük Gabriel’im… Sen hiç değişmemişsin, nasıl idiysen öyle kalmışsın! Eski zamandaki gibi kızarıyorsun…” Menhus sözler… Bir hamlede sis yarılıyor ve hayatım gözümün önüne çıkıyor.
Hiçbir şey bende nişane bırakmamış mıydı? Fakat hakikatte Mathilde aldanmıyordu: Beraber oynadığımız zamanlarda dahi ben bugünkü kadar mahvolmuştum: yaşımın saflığı bunu örtüyordu… Hayır, ben değişmemiştim; sonra ne yapabilmişsem, hakiki çehreme, ezelî çehreme bir şey ilave etmemiştim.
“Sende hasta hâli yok… Fakat bu olmalı… Evet, biliyorum. Seyahatim esnasında senin radyografini gördüm, ben şimdi hekimlikte malumatlıyım! Bu kadar sıhhatli görünmen, fevkalade bir şey!”
Hararetimi sordu ve her akşam derece koymadığıma darıldı. Beraber hareket ettik. Çok çam ağacı devrilmişti. Tanıdığımız gizli köşeleri kesmişlerdi. Evvelce Balion deresine varmak için sık ormanlıklardan geçmek iktiza ederdi. Akçaağaç ve meşelerin karışık dalları altından akan dere, şimdi apaçık görünüyor; ağaç kökleri ve kabuk parçaları dolu çıplak arazi içinde titriyordu. Mathilde:
“Hiç olmazsa Balion değişmemiştir. Top ateşinin