Джеймс Мэтью Барри

Küçük Beyaz Kuş


Скачать книгу

konuştuğum hâlde, hâlâ annesine ilgi duyduğumu düşünmesi garip değil mi? Nasıl yani, bu nasıl bir ahmak diye dolaylı olarak söylüyorum bazen ve belki de acımasızca ama ona “Olağanüstü şekilde annene benziyorsun.” diyorum.

      David ise, “O yüzden mi bana karşı bu kadar kibarsın?” diye cevap veriyor.

      Sanırım ona karşı gerçekten de kibarım, ama bunun sebebi annesine olan aşkım değil; bana bazen “baba” diyor olması. Askerlik şerefim üzerine yemin ederim ki başka bir sebebi yok. Fakat o bunu bilmemeli. Çünkü o zaman her şeyin farkına varır ve bizi bir arada tutan büyü bozulur. Çoğunlukla beni Kaptan W. diye çağırır ki böylesi en iyisi. Sadece bir koşuşturma içerisindeyse bana “baba” der ve ben de şu ana kadar hiç niye adımı söylemediğini sormaya cesaret edemedim. Lanet olası güzel bir kayıtsızlık içerisinde bana “Gel baba.” der. Madem öyle, bırakalım bir süreliğine daha böyle olsun, David.

      Hele başkalarının yanında bana böyle demesi çok hoşuma gidiyor. Mesela mağazalarda… Bir mağazaya girdiğimizde, mağaza sahibine günde kaç para kazandığı, kazandığı parayı hangi çekmecede tuttuğu, neden saçının kızıl olduğu, Aşil’i sevip sevmediği gibi sorular sorar… İşte böyle zamanlarda, mağaza sahipleri beni onun babası zannediyor ve bu durumun bende yarattığı tuhaf hoşnutluğu tarif edemem. Tam bu noktada iki düşünce arasında sıkışıp kalıyorum: Bu anı biraz daha uzatabilmek ve onun, “O gerçekte benim babam değil.” demesine fırsat vermeden onu oradan uzaklaştırabilmek.

      David, Aşil’i daha yeni duydu ve öylesine meftunu oldu ki onunla tanışmak için can atıyor. Onunla tanışsa neler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Küçük David kahramanın elinden tutar ve Round Pound’a götürsün diye onu çekiştirirdi.

      Bir gün, David beş yaşlarındayken, ona şöyle bir mektup yolladım:

      Sevgili David, her şeyin nasıl başladığını öğrenmek istiyorsan bugün benimle kulüpte yemek yemeye gelir misin?

      David’in bütün mektuplarını okuduğu çıkarımında bulunduğum Mary, buna razı oldu ve hiç şüphem yok ki daha sonra kendisine harfiyen anlatabilsin diye David’e her şeyi dikkatle dinlemesini sıkı sıkı tembihledi. Zira tuhaf ama kendisi de tam olarak her şeyin nasıl başladığını bilmiyor. Romantik bir hikâye bulmayı umduğunu düşünerek içimden güldüm.

      Zorlu bir yolculuk için hazırlanmış bir şekilde yanıma geldi ve küçük oğlan çocuklarının palto giydiklerinde her zaman göründükleri gibi fevkalade ciddi görünüyordu. Boynuna bir atkı takmıştı. “Üzerindekilerin bazılarını çıkartabilirsin.” dedim. “Yaz geldiğinde.”

      “Yaz gelecek mi?” dedi, hâliyle gözleri fal taşı gibi açılmış bir hâlde.

      “Birçok yaz gelecek.” diye cevapladım. “Çünkü geçmişe gidiyoruz David, annenin sen doğmadan önceki günlerine.”

      Bir arabacıya işaret ettim ve arabacıya selam verdikten sonra, “Altı yıl geriye sür ve Genç Bağnazlar Kulübü’nün orada dur.” dedim.

      Arabacı aptal bir adamdı. Bu yüzden şemsiyemle ona gideceği yönü tarif etmek zorunda kaldım.

      Sokaklar sabahki sessizliğini yitirmişti. Misal, köşedeki kitapçının orada şimdi balık satılıyordu. David’e ne olup bittiğini biraz anlatmaya çalıştım.

      “Ben de küçülmem, değil mi?” diye sordu kaygıyla. Korkunç bir endişe içerisinde tekrar sordu. “Ben daha da küçülmeyeceğim değil mi, baba?” Geçmişe gitmenin onu yok edeceğinden korktuğunu söylemeye çalışıyordu. Eli gergin bir biçimde elimin içine sokuldu ve küçük eli avucumda elimi cebime soktum.

      Kulübün kapısından girerken küçük David’in nasıl göründüğünü tahayyül edemezsiniz.

      II

      Küçük Mürebbiye

      Kulübün sigara içme odasına girerken David’in bir hiçliğe doğru yok olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Şimdi, altı yıl önce herhangi bir günün öğleden sonrasında saat ikiye geri gidiyoruz. Tam şu saçma küçük mürebbiyenin sokakta gezindiği sırada kendime kahve, sigara ve kiraz kanyağı ısmarlıyorum. Her seferinde sanki kızı ısmarlamışım gibi bir hisse kapılıyorum. Ben kapağı fincanın içerisine düşmesin diye dikkatlice kahve demliğinden fincanıma kahve koyarken, kız sokağın karşısındaki postaneye geçiyor. Ben kahveme koymak üzere şekere uzanırken, kız elindeki mektuba altıncı defa son bir kez göz gezdiriyor. Ben William’ın yardımıyla sigaramı yakarken, kız adresi tekrar okuyor. Ben sandalyeme yaslanırken, bu kez kız elindeki mektubu posta deliğinden içeri bırakıyor. Ben elimdeki kadehi evirip çevirirken, kız posta yetkilisinden mektubu aldıklarını duymayı bekliyor. Ben sigara odasına giren bir üye arkadaşın arsızlığına kızıp ters ters bakarken, kız iki görevli tarafından postaneden uzaklaştırılıyor. Pencereden tekrar baktığımda kızın gitmiş olduğunu görüyorum ama sorun değil. Yarın saat tam ikide, kahvemin yanında onu yine ısmarlayabilirim.

      Ben onu fark edene kadar kim bilir kaç kez pencerenin önünden geçmiştir. Nerede yaşadığını bilmiyorum, ama yakınlardadır diye tahmin ediyorum. Ellerindeki çemberlerden anladığım kadarıyla onu çekiştirip duran küçük kız ve oğlan çocuğunu St. James Parkı’na götürüyor. Bıkkın ve solgun görünüyor gibi. Çalıştığı evin hanımı onu fazla çalıştırıyor olmalı. Arada bir hanımefendi kendisiymiş gibi davranması da diğer hizmetçileri çileden çıkarıyordur kesin.

      Bazı zamanlar elinde başka mektuplar da oluyor ama özellikle bir tanesini törensel bir edayla postalıyor. Posta deliğinin kapatılışı gariban bir tarzda olsa da devamını kraliyete has bir gurur takip ediyor. Arkasından öpücük yolladığını bile gördüm.

      Bir de o yüzüğü vardı. O da farkındaydı, sanki neşe içinde sokakta hoplaya zıplaya yürüyen kendisi değil de yüzüğüydü. Eldiveninin üzerinden dokunarak yüzüğün orada olup olmadığını kontrol ediyordu. En ucuz malzemeden yapılmış olduğundan adım gibi eminim, ama bazen eldiveni çıkarıp yüzüğü dudaklarına götürüyordu. Elini öne doğru uzatıp uzaktan bakıyor; hafifçe eğilip yakından bakıyor ve yüzüğü bir sağ eline bir sol eline takıp farklı açılardan izliyordu. Kafasını toplayıp bir an bir şey düşünüyor gibi görünse bile hemen sonra o küçük aptal geri dönüyor ve yüzüğüne bir bakış daha atıyordu.

      Herkese Mary’nin neden bu kadar mutlu olduğunu tahmin etmesi için üç şans veriyorum.

      Hayır, hayır ve tabii ki hayır! Sebebi gayet basit: Çünkü genç bir budala Mary’ye âşık. Bu yüzden zavallı bir hiçim diye ağlayıp dövünmektense nişanlı bir kadın havasına bürünüp normalde onun için fazlaca lüks kaçan Pall Mall’de umursamazca salınmak zorunda. İlk başlarda onun bu umursamazlığı sinirime dokunuyordu, fakat sonra yavaş yavaş kahve, sigara ve likörlü öğleden sonra saat iki ritüellerimin bir parçası oluverdi kendisi.

      Ve işte şimdi trajedi geliyor.

      Perşembeleri onun için büyük gün. Her perşembe öğleden sonra iki ile üç arası yalnızca kendisine ait. Düşünebiliyor musunuz? Muhtemelen yılda birkaç poundçuk1 kazanan bu kızcağız haftada tam bir saatini kendisine ayırıyor. Peki, ne yapıyor bu bir saatte? Niteliklerine bir yenisini eklemek için bir kursa mı gidiyor? Hiç ona göre değil. Şunu yapıyor: Mavi bir kürk giymiş, benim sinirli bir şekilde kahvemi karıştırmama sebep olan yüzündeki o umut parıltısıyla Pall Mall’de salınmaya çıkıyor. Sıradan günlerde mütevazı görünmeye gayret eder aslında ama bir perşembe günü o nişan yüzüğü zımbırtısını nasıl taşıdığını görmek için kulübün arka taraftaki cam kapısını