Джеймс Мэтью Барри

Küçük Beyaz Kuş


Скачать книгу

gelip heyecanla cikcikleyerek battaniyeden yastığa nasıl sektiklerini görürsünüz; çünkü bebekliğin onlara yakışıp yakışmayacağını anlamaya çalışıyorlardır.

      Kensington’un en güzel manzarası, bebekler bakıcılarının kucağından kurtulup da yanlarında yetişkin olmadan kuşları besledikleri zamanki manzaradır. Aralarında gülüşüp konuşurlar; birbirleri hakkında bilgi alıp eski arkadaşlarından haber sorarlar sanki ama tam olarak ne dediklerini kestiremiyorum; yaklaşınca uçuveriyorlar hepsi de.

      David’i ilk kez Bebek Yolu’nun arkasındaki çimenlikte görmüştüm. O sıcak yaz günü, içinden ışıltılı su damlacıkları sızdıran bir hortumun üzerine ilişmiş bir ardıç kuşuydu. David, suyun içinde ayaklarını çırpıyordu. Bu hikâyeyi çok severdi David, ama tamamen unutmuşum neredeyse. Yavaş yavaş hatırıma düşüyor olaylar. En sonunda Round Pound civarında ayağı ip ve dallardan oluşan bir düzeneğe takılmış ve yakalanmıştı. Hiç bıkmıyor bu hikâyeden. Fakat fark ediyorum ki artık ben değil, o anlatıyor ve ipe takılma kısmına geldiğinde sanki hâlâ canı acıyormuş gibi küçük bacağını ovalıyor.

      David tekrar bir ardıç kuşu olabilme ihtimalini fark ettiğinde çabucak bana seslendi: “Düşürme o mektubu!” ve sanki gözlerinin içerisinde saklı küçücük ağaç dallarını görebiliyordum.

      “Anneni düşün.” dedim sert bir şekilde.

      “Ben sık sık uçarak gider onu görürdüm.” dedi. “İlk yapacağım şey ona sarılmak olurdu. Ya da yok, önce su sürahisinin üstüne konar biraz su içerdim.”

      “Ona söyle, baba.” dedi korkunç bir acımasızlıkla, “Sürahinin suyu dolu olsun, çünkü içmek için çok fazla eğilmek zorunda kalırsam düşüp boğulurum.”

      “Nasıl mektubu düşürmeyeyim, David? Zavallı annen oğlu olmadan ne yapardı?”

      Bu onu biraz etkiledi ama hemen toparladı kendisini. Dedi ki annesi uyurken onun süslü geceliğinin üstüne konar gagasıyla onu öpermiş.

      “Sonra annen uyanır ve oğlunun yerinde sadece bir kuş olduğunu görürdü.”

      Mary’nin yaşayacağı bu keder ona yetmişti. İçini çekerek, “Peki mektubu düşürebilirsin.” dedi.

      İşte sonra, daha önce de bahsetmiş olduğum gibi mektubu düşürdüm ve her şey böyle başladı.

      III

      Küçük Mürebbiyenin Evi

      Mektubu düşürdükten bir ya da iki hafta sonra arabayla giderken şehrin uğultusunun içerisinden o lanet olası “Ha ha!” sesini duydum. İkisini yeniden o zaman gördüm. Taksitle piyano satan bir mağazadan çıkıyorlardı. Onlarla ilgili ilk izlenimim taksitle piyano alabilmelerinin yarattığı, kızın yüzündeki sevinç ifadesi ve delikanlının mağrur bir şekilde başını dik tutuşuydu.

      Belli ki hemen evleneceklerdi. Aslında her şey çok bayağı geliyordu ama hoşgörülü tavrımı sürdürdüm. Zira mutsuz zamanlarda normalde olmadığı kadar narin bir havaya bürünmeyi çok iyi becerdiği için, bu kadının mutsuzluğu beni rahatsız ediyordu.

      Bir sonraki görüşümde, Londra’nın en hareketli yerlerinden biri olan bir ucuzluk mağazasının camından açgözlü bir şekilde içeriye bakıyorlardı. Delikanlı hesap kitap yaparken, Mary bir parça kâğıda hararetli bir şekilde notlar alıyordu ve en sonunda hiçbir şey alamadan hüzünlü bir şekilde dışarı çıktılar. Oldukça neşeliydim. “Hadi evlen bakalım küçük hanım.” dedim kendi kendime. “Mutfak kepçesi alamadığı için evlenememenin yarattığı ümitsiz bakışlar; kaçınılmaz olarak tekrar mürebbiye ajansına dönüş…”

      Fakat hanımefendiyi pek iyi tanıyamamışım.

      Birkaç gün sonra kendimi onun arkasından yürürken buldum. Eteklerinde ne olduğunu bilmediğim, onu tanımamı sağlayan sanatsal bir şeyler vardı. Kese kâğıdına sarılı kuş kafesi gibi kocaman bir parça eşya taşıyordu. Onunla birlikte bir biblo dükkânına girdi ve onsuz olarak geri çıktı. Sonra da koşar adım ucuzluk mağazasına doğru yürüdü. Her türlü gizem bende nefret uyandırmıştır. O nedenle bir şeyler bakacakmış gibi yaparak biblo dükkânına girdim ve paketi yarı yırtılmış hâlde tezgâhın üzerinde duran, Mary’nin istediği eşyaları alabilmek için sattığı şeyi gördüm. Bilin bakalım neydi? İki katlı, alt katında çay saatinde oturan oyuncak bebekler, üst katında uyuyan bebekler, başka bir bölmesinde biri diğerine banyo yaptıran iki oyuncak bebeğin bulunduğu muhteşem bir oyuncak bebek evi. Bazı yerlerinin boyası atmış olsa da genel olarak çok iyi muhafaza edildiği anlaşılıyordu. Mary’nin çocukluk neşesi olduğu belliydi ama şimdi evlenebilmek için Mary tarafından satılıyordu.

      “Yakın zamanda elimize geçti.” dedi görevli oyuncağa baktığımı görünce. “Artık ona ihtiyacı kalmadığını söyleyen bir hanımefendi tarafından.”

      Sanırım Mary’ye hiç bu kadar kızmamıştım. Oyuncak evi satın aldım ve kendilerine bunu satan hanımefendinin adresini bildikleri için mağazada yazdığım şu kısa mektupla birlikte bu oyuncak evi kendisinin adresine postalamalarını istedim:

      Küçük hanım, gülünç olmayın. Elbette ki buna ileride de ihtiyacınız olacak. Ben; mektubu düşüren adam.

      Sonradan keşke bunu bir düğün hediyesi olarak gönderseydim diye hayıflandım ama artık çok geçti. Onu bir sonraki görüşümde ise birkaç aylık evliydiler. Bir kasım ayında akşam saat dokuzdu ve yirmi yıldır sosyetik mi yoksa alenen salaş bir yer mi olacağına karar verememiş mağazalarla dolu bir sokaktaydık. Bir tarafında hunharca katledilen moda, diğer tarafında kafasını dondurma kâsesine geçirmiş bir adam. Genelde her yeri yukarıdan aşağı camlarla kaplı bu sokaktan koşarak geçerim ki zaten dairem de çok uzağında değil, fakat o gün yürümek istedim. Mary önümdeydi; şapşalca “Ha ha!” yapan çocuğa yaslanmış heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı. İlerlediği için ona sitem ediyordu ama öte yandan geri dönmediği için de içten içe memnun oluyormuş gibi bir hâli vardı. Nedenini merak ettim.

      Her şey bir yana dışarıda ne yaptıklarını da merak etmiştim. İki dilim et almak için mi? Sonradan Mary’nin kocasını çok savurgan davrandıkları konusunda ikna etmeye çalıştığı kanaatine vardım. Bu yüzden onu geri döndürmeye uğraşıyordu. Fakat içten içe kocasının gözü pekliği de onu cezbediyordu. Onun ısrarına rağmen kocasının ileri atılmasına duyduğu hayranlık da bu yüzdendi.

      Eti alır almaz neşe içinde hızlıca uzaklaştılar. Evlerine kadar onları takip edebilme umuduyla peşlerine düştüm ama bir süre sonra geride kaldım. O gece şu aforizmayı geliştirdim: Biftek dilimleri taşıyan genç ve güzel bir kadına yetişmeye çalışmak nafile bir çabadır. Artık onunla ilgili istediğim şeyden emindim. Yine de, öncelikle oturdukları yeri bulmak gerekiyordu ki et pazarının çok da uzağında olmadığını tahmin ediyordum. Hatta oturdukları yeri seçerken “Et Pazarına Yakın” ilanıyla kandırılmış olabileceklerini bile düşündüm.

      Sonra, bir gün beklenmedik bir olay oldu ki bu gerçekten romantik ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Benim dairem ikinci katta ve arka tarafında itinalı bir incelikle düzenlenmiş bir sokak bulunuyor. Sokakla dairemin bulunduğu binanın arasında bahçe denilebilecek boşluklar var. O kadar küçük ki bu bahçeler, bir ağaç dikseniz gölgesi komşunuzun da üstüne düşer. Bir gün arka penceremden bakarken bu bahçelerden birinde bir sandalyede bizim küçük mürebbiyenin oturduğunu gördüm. Onun olduğundan emin olmak için gözlüklerimi takıp bir daha baktım. Benim gördüğümü zannettiğim cilveli bir kadın imgesinin aksine orada hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Gidip dürbünümü getirdim ve bu kez sandalyede bir kadın ceketinden başka bir şey göremedim. Kürke