Джеймс Мэтью Барри

Küçük Beyaz Kuş


Скачать книгу

kayboldu ancak kendisi de aynı şüpheleri taşıdığından şüphelerimi dile getirmeye cesaret edemedim. Zira korkularını yüzüne vursaydım yufka yüreği yasa boğulurdu.

      Porthos usulca yanımda beklerken, oyuncak yığınının ortasındaki kadın çoğunlukla bu oyuncakları küçük bir oğlan çocuğu için aldığımı düşünüyor ve bu çocuktan “tosuncuk” veya “kuzucuk” diye bahsediyor. Anaç bir kadın ama fazla konuşkan.

      “Ee, kuzucuk bugün nasıllar?” diye başlıyor yüzü sevinçle ışıldayarak.

      “İyi, hanımefendi, gayet iyi.” diye cevap veriyorum Porthos’un tasmasını sıkıca kavrayarak.

      “İngiltere’nin havası yumurcağın iştahını etkilemiyor, inşallah?”

      “Yok, hanımefendi, etkilemiyor.” Kadıncağız o yumurcağın akşam yemeğinde bir somun ekmek, üç adet lahana ve muhtemelen bir koyun budunu yediğini öğrenseydi ne kadar şaşırırdı kim bilir?

      “Umarım oyuncaklarını seviyordur.”

      “Her yere yanında götürüyor, hanımefendi. Siz şu an göremiyor olsanız da dün aldığımız oyuncak şu an onunla birlikte aslında.”

      “Bu kez oyuncak tamir kutusuna ne dersiniz?”

      “Sanırım, pek istediğim şey değil.”

      “Yumurcak toprağı kazmayı sever mi?”

      “Ah, çok sever.” Umarım koyun budunun kalan kemiğinin gömülü olduğu yeri bir gün buluruz.

      “O zaman küçük bir kürek ve kovaya ne dersiniz?”

      Bir seferinde almam için bana Canterbury Katedrali’nin maketini göstermişti. Öyle ısrarcıydı ki eve gelince Porthos bana verip veriştirmişti. Porthos kreş sisteminden nefret eder. Oyuncakçının sahibi öyle anlamsız bir şekilde bize iyilik yapmaya koşullanmıştı ki başka oyuncakçıları gezmek zorunda kaldık. Sallanan atı almak için Lowther Pasajı’na gittik. Ah, canım Lowther Pasajı! Az mı dolaştık sokaklarında; Porthos ve ben, David ve ben, Porthos, David ve ben. Bayağı olduğunu söyleyenler varmış, fakat nasıl öyle diyebiliyorlar anlayamıyorum. Bir tek eski püskü kıyafetleriyle kapı önlerinde dolanan çocuklar var işte. Berbat görünüşlerine rağmen neşeyle gülümseyen çocuklar… Pasajın iki tane girişi var; bir tanesi yoldan girilen kısmındaki kapı ama ben genel olarak diğerini tercih ederim, çünkü daha sahici bir düşselliğe sahip. Böyle olmasının sebebi de işte burada toplaşıp sihirli lambasıyla David’in gelmesini bekleyen üstü başı yırtık çocuklar. Her zaman onlar için bir peni ayırırız. Pasaja girmeden önceki en güzel şey de oyuncaklara yağdırılan övgülerdir.

      Ah, güzel pasaj! West End’deki eşinden çok daha güzelsin. Senin lanetli olduğunu ve kısa süre içerisinde bir aşevine ya da tefeci merkezine dönüştürüleceğini söylüyorlar. Salaş ama yararlı; tüm güzellikleri terk edilmek üzere… Nuh’un gemileri arka arkaya paketleniyor ve kurmalı atlar da âdeta onların peşinden koşuyor. Sırt çantalı askerler aptal kız çocuklarının ellerinde dolaşıyor ama yine de gemilere ve atlara yetişecekler. Tüm dört ayaklılar misafir odası eşyalarıyla ağzına kadar dolu olan filin etrafında toplanmış. Kuşlar kanatlarını çırpıyor. Tırpanlı adam kalabalığı biçerek ilerliyor. Balonlar iplerini çekiştiriyor. Gemiler akıntıların üzerinde sallanıyor. Hepsi kutsal göç için hazırlanıyor. Çok gözyaşı dökülecek.

      Böylece Lowther Pasajı’ndan sallanan atı aldık. Oyuncağın kendisine alındığını düşünen Porthos mağrur ama huzursuzdu.

      Bir hafta kadar sonra makûs talihimin sayesinde Kensington’da Mary’nin kocasına rastladım ve küçük kızının adını ne koyduğunu sordum.

      “Bebek erkek.” dedi tahammül edilmez bir güler yüzle. “Adını David koyduk.”

      Sonra ise keyfimi kaçıracak bir şekilde benim oğlumun adını sordu.

      Avucumda tuttuğum eldiveni şaklatarak “Timothy.” dedim.

      Yüzünde bastırılmış bir gülümseme sezdim ve peşinden Timothy’nin de David kadar iyi bir isim olduğunu söyledi. “Gerçekten, güzel bir isim.” dedi ve bir gün arkadaş olmaları yönündeki ümidini dile getirdi. Timothy’nin David’in sınıfındaki çocuklarla kaynaşmasına gerçekten izin veremeyeceğimi söylememek için kendimi zor tuttum. Bana David’in “uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün” dediklerinde neler yaptığını anlatırken onu sakin ve mesafeli bir şekilde dinledim. Sanki çocuklar üzerine bahis oynanacak şeylermiş gibi övünerek David’in kilosundan bahsetti ki bu kulüpte çok hassas olduğumuz bir konudur.

      Ama bir daha Timothy’den bahseden olmadı. Bu çok zoruma gitti. Zavallı Timothy ne kadar yalnız, diye düşündüm, onu böyle anlatıp göklere çıkartacak kimsesi yok. Sonra hemen sahiplendim Timothy’yi, diş çıkarmasıyla ilgili bir şeyler diyecek oldum, karşımdaki çok şaşırınca vazgeçtim. Mama önlüğü, genel zekâ seviyesi gibi daha güvenli sularda yüzmeye çalıştım. Ne var ki ressam arkadaş beni bu konuda konuşturmaya öyle hevesliydi ve bebekler hakkında bir erkeğin bilebileceğinden daha çok şey biliyordu ki yanında sönük kaldım ve beni böyle can kulağıyla dinlemesine de şaşırdım.

      Bana meçhul arkadaşlarıyla ilgili anlattığı hikâyeyi hatırlıyor olmalısınız. “En son yaptığı şey ne biliyor musunuz?” dedi. “David’e bir tane sallanan at gönderdi!”

      Bunu niye bu kadar gülerek söylediğini anlayamadığımı itiraf etmeliyim.

      “Düşünsene, üç aylık bile olmayan bir bebeğe sallanan at göndermiş.” diyerek devam etti.

      Sert bir şekilde ama üzengileri ayarlanabilirdi, demek istedim ancak bu durumda onunla birlikte gülmenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Fakat Mary’nin de güldüğünü duymak çok canımı acıttı. Gerçi Tanrı biliyor ya ben de ona hep gülüyorum.

      “Yalnız kadınlar bir garip.” dedi aniden. Söylediğine göre bu cümbüşün ortasında Mary birden bire ciddileşip kocasına kibirli bir şekilde, “Bunda gülünecek hiçbir şey göremiyorum.” demiş. Sonra da kutsal bir tavırla atı burnundan öpüp “Keşke şimdi burada olup bunu yaptığımı görseydi.” demiş. İnsanın bazen Mary’yi elinde olmadan gözünün önünde canlandırdığı anlar oluyor.

      Fakat sadece bir an. Zira bir sonraki söylediği şey ondan yine tiksinmeme sebep oldu. Hanımefendi “Bay Hiç Kimse”yi bulana kadar peşini bırakmayacağına ant içmiş.

      “Bulamayacak.” dedim gergin ama küçümseyen bir tavırla.

      “O zaman bu onun ilk başarısızlığı olacak.” diye cevap verdi kocası.

      “Ama adam hakkında hiçbir şey bilmiyor ki.”

      “Adamdan bahsederkenki hâlini görsen böyle demezdin. Kibar, tuhaf, yalnız ve yaşlı, tahsilli bir adam olduğunu söylüyor.”

      “Yaşlı mı?”

      “Yani, işte demek istediği eninde sonunda yaşlanacakmış, kendisine dikkat etmezse. Her hâlükârda tahsilliymiş işte. Çocukları çok seviyormuş ama hiç sevip okşayacağı bir çocuğu olmamış filan.”

      “Belki vardır ama sevip okşayamıyordur.” dedim kaba bir şekilde. “Nasıl sevmesi gerektiğini unutmuştur, sadece durup uzaktan bakıyordur, mesela.”

      “Anne de baba da varsa tabii. Mary’ye göre eğer çocuğu olan yalnız bir adam olsaymış büyük ihtimalle ortaya çıkarmış.”

      “Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.

      “Mary öyle diyor, işte.” dedi özür diler gibi. “Bence