Джеймс Мэтью Барри

Küçük Beyaz Kuş


Скачать книгу

de sanki palet taşıyormuş gibi sol başparmağını ayrı tutuşundan ressam olduğu sonucuna varıyorum. Resimlerinin korkunç derecede kötü olduğunu, bu yüzden de kimsenin resimlerini satın almadığını düşünmek keyif veriyor. Ama eminim Mary bu resimleri şahane bulduğunu söylerdi, çünkü o, bu tarz bir kadın.

      Her neyse, işte böyle bir coşku içerisinde kızı selamlıyor. Kızın delikanlı üzerindeki ilk tesiri ona bir kahkaha attırmak oluyor. O pürneşe suratından birden kişnemeyi andıran bir “Ha ha!” sesi yükseliyor; sonra bir tane “Ha ha!” daha. Tam sonunda bitti diye Tanrıya şükrederken diğerlerinden daha yüksek bir sonuncu “Ha ha!” daha geliyor. Bunların, Mary’nin ona ait olmasının yarattığı sevinç kahkahaları olduğunu düşünüyorum. Katlanması zor bir gençlik sesine sahipler. Gençliği dışında her şey için onu affedebilirdim ama bazen öylesine mütecaviz oluyor ki bu manzara, terslenerek William’dan pencereyi kapatmasını istiyorum.

      Hele küçük mürebbiye, sevgilisinden daha da yapmacık. Görüş alanına girdiği anda postaneye bakıyor ve onu görüyor. Sonra hemen dümdüz önüne bakıyor. O anda sevgilisi onu görüyor ve coşku içerisinde ona doğru ilerliyor ve küçük mürebbiye sevgilisi onu şaşırtmış gibi davranmaya başlıyor, tam olarak böyle. Bakın nasıl da birden elini küçük fesat kalbine doğru götürüyor. İşte bu an tam fincanımdan sinirli sinirli kaşık şakırtılarının yükselmeye başladığı an. Sevgilisi herkesin böyle bir durumda yapacağı gibi sevinçle ona bakıyor ve kolunu kıza uzattığında kız sıkıca elini koluna doluyor ve birlikte kasıla kasıla yürüyorlar. Tabii ki konuşma kısmının onda dokuzu Mary’ye ait. Büyüdüklerinde neye benzeyeceklerini düşünmeye koyuluyorum.

      Bu iki hiç kimse, birlikteyken ne kadar gülünç bir fark yaratıyorlar. Delikanlının eline üç kuruş para geçse hemen evlenirler.

      Bu nedenle, Londra’yı kendisini başkasıyla karıştıran genç bir adamın malikânesinden başka bir şey olarak görmeyen bu kıza bir nebze bile sempati duymuyordum. Ne var ki onun mutluluğu benim öğleden sonra ikideki yemek saatimin bir parçası olmuştu. Bir gün hiç mektup postalamadan Pall Mall’e doğru yürüdüğünde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanki William bana itaatsizlik etmiş gibi hissetmiştim. Postane görevlileri de benim kadar şaşkındı ve soran gözlerle ona posta kutusunu işaret ettilerse de küçük mürebbiye başını salladı. Tam anlamıyla bir bebek gibi parmağını gözlerine yasladı ve sokaktan geçip gitti.

      Ertesi gün yine aynı şey oldu ve öyle sinirlendim ki sigaramı dişledim sinirimden. Ve bu sinirime dokunan durumu sona erdirsin diye dua ettiğim o perşembe geldi. Ancak her zamanki yerde ikisi de belirmedi. Acaba başka postanenin orada mı buluşuyorlar diye düşündüm ama yok; çünkü onu her gün gözleri kıpkırmızı ve o küçük aptal kalbinin ağırlığını taşıyamaz bir hâlde görüyordum. Aşkının ışıkları sönmüştü ve küçük mürebbiye şimdi zifiri karanlıkta kalmıştı.

      Gidip devlete şikâyet edesim geldi.

      Seni bencil, küçük, soytarı kılıklı adam! Onca şeyden sonra ona yaptığın reva mı? Hatanı düzeltip benim de kahvemi keyifle yudumlamaya devam etmeme müsaade edecek misin? Hayır, tabii ki.

      Küçük mürebbiye, sana yalvarıyorum. Benim için bir anlam ifade ettiğin şu beş dakikada bari eskisi gibi neşeli ol. Ondan sonra istediğin gibi perişan gezebilirsin. Biraz cesur ol. Onun çok kötü bir ressam olduğuna seni temin ederim. Daha bir önceki gün onu, ağzının suyunu akıtarak ucuz bir İtalyan restoranının camından içeriyi izlerken görmüştüm ve en nihayetinde üç kuruş para kazanma hayallerini bir kenara itti ve restorandan içeri girdi.

      Hadi Mary, daha iyisini yapabilirsin.

      Nafile. Küçük mürebbiye sevilmek istiyor. Gün ışıdığı andan gece yarısına kadar sevgisiz yapamıyor. Şu azıcık sevgiyi kaybedene kadar, bir kadının ne kadar azıcığıyla bile yetinebileceğini bilmiyordu.

      Of Tanrı’m! Küçük hanım, ölene kadar böyle bitkin bir zavallı olmaya karar verdiyseniz, en azından bunu başka bir sokakta yapabilirsiniz.

      Sıradan günlerde geçerken inadına beni üzdüğü yetmiyormuş gibi bir de her perşembe saat ikiyle üç arasında, dikilip uzaktan ümitsizce eskiden sevgilisiyle buluştukları o romantik postanenin önüne bakıyor. Hele bu rüzgârlı günlerde, yoldan geçenlerin ayaklarının dibine düşen kimsesiz bir yaprağı andırıyor.

      William’a gürlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yok.

      Nihayet küçük mürebbiyemiz beş para etmez muradına erdi. Yağmurlu bir perşembe günüydü. Mektuplarımı yazarken pencereden sokağın başında kızın her zamanki yerinde derbeder genç adamın durduğunu gördüm. Geri kalan mektupları dairemde yazmak niyetiyle tamamladığım mektuplardan birini kaptığım gibi bir hışımla kulüpten çıkmama sebep oldu şu kızın kederi.

      Mürebbiyemizin gariban âşığıyla karşı karşıya gelebilmek için Pall Mall’e giden ara sokaklardan birine girdim. Sokakta biriyle burun buruna geldiğimde genellikle yaptığım gibi sertçe çarptım ona. Sonra yüzüne baktım. Gözlerinin feri gitmiş, üstü başı kir pas içerisindeydi; o, “Ha ha!” sesinden eser yoktu. Bu genç adamdan daha sefilini görmemiştim. Şemsiyemle asabice dürtme hareketime bile aldırış etmemişti. Gözlerini hasretle postanenin olduğu yere dikmişti. Kaşla göz arasında kalbinin hâlâ küçük mürebbiye için çarptığını anlayıvermiştim. Kavgaları her neden olmuşsa olsun durumu düzeltmek için kızcağız kadar kaygı duyuyordu o da. Muhtemelen her perşembe oraya geliyor ve küçük mürebbiye Pall Mall’e dönen köşede beklerken her ikisi de farklı noktalardan postanenin önünde diğerinin belirivermesini bekliyordu. Fakat bekledikleri yerden ikisinin de birbirini görmesi mümkün değildi.

      Bence yaptığım şey gayet zekiceydi. Çaktırmadan mektubumu ayağının dibine düşürdüm ve dolanarak geri kulübe döndüm. Elbette ki kaldırımda bir mektup bulan her centilmen onu postalama ihtiyacı hisseder ve ben de onun en yakın posta ofisine gideceğini tahmin etmiştim. Şapkamı çıkarmadan sigara odasının penceresine ilerledim ve tam vaktinde onu mektubumu postalarken gördüm. Gözlerim küçük mürebbiyeyi aradı hemen. Onu hiç böyle kederli görmemiştim. Sonra birden… Ah seni zavallı şey; gerçekten bu kadar mı çok acı çekiyordun!

      Düpedüz ağlıyordu ve elleri delikanlının avuçlarındaydı. Sefil bir manzaraydı. Genç ressam sanki kollarını kullanamasa orta yerinden çatlar; kızcağız da başını onun omzuna yaslayamasa oracıkta ölüverirdi maazallah. Kabul etmeliyim ki üzerine düşeni yaptı çocuk; bir araba çağırdı.

      “William!” dedim. “Kahve, sigara ve kiraz kanyağı lütfen.”

      Oturduğum yerden bu eski oyunu izlerken David, gözünü dört açmış nereye baktığımı öğrenmek için ceketimin kolunu çekiştiriyordu. Nereye baktığımı söylediğimde hevesle pencereye koştu ama sonradan annesi olacak hanımefendiyi kaçırmıştı. Fakat annesiyle ilgili anlattıklarım çok ilgisini çekti ve oldukça utangaç bir şekilde o “Ha ha!” diyen adamın kendisine tanıdık geldiğini ima etti. Öte yandan hikâyenin kahramanları olarak algıladığını zannettiğim iki küçük çocuğa gösterdiği aptalca ilgiyle hikâyeme ihanet ederek tepemi attırdı. Adları neydi? Kaç yaşındaydılar? İkisinin de çemberi var mıydı? Çemberleri metalden mi, tahtadan mı yapılmıştı? Çemberleri onlara kim vermişti?

      “O mektubu düşürmemiş olsaydım, David A. adında bir çocuğun bu dünyaya gelmeyeceğini sanırım anlamadın, evladım.” dedim sertçe. Fakat dehşete düşeceği yerde ışıl ışıl bakarak, “O zaman hâlâ Kensington Bahçeleri’nde uçan bir kuş mu olurdum demek istiyorsun?” diye sordu.

      David Londra’nın bu tarafındaki tüm çocukların bir zamanlar Kensington Bahçeleri’nde