devam ettikçe o, mest-ü müstağrak, ilahi bir Doğu azizesi hâlinde, ruhani bir vecd ile ürpererek donar, kalır. Tartaren heyecan içinde onun kalkıp abdest aldığını, namaz kıldığını, hayranlıkla temaşa ederken bir taraftan da bu kadar derin cezbe veren bir dinin çok güzel ve çok kuvvetli olması lazım geleceğini düşünürdü. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 84-85)
Kadınların çoğunda olduğu gibi onda da çocuklarını sevmek, hayvani bir ihtiyaç ile onları yedirmek, bakmak ve korumak cibillî idi. Fakat hayvanların aksine olarak, o tasavvur ve muhakeme kudretinden mahrum değildi. Tavuk, civcivinin başına gelmesi melhuz bir kazadan korkmaz, yavrusunu tehdit eden hastalıkları bilmediği gibi, biz insanların hastalığa ve ölüme karşı çare sandığımız ilaçlardan da haberi yoktur. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 64)
Kösem Sultan, işlediği cinayetten dolayı yüz gösterebilecek her ihtimali hesaplamış ve nefsini o ihtimallere göre hazırlamış bulunuyordu. Oğlunun uzun bir cidale atılmak şöyle dursun, küçük bir araştırmaya bile kalkışamadığını, candan bağlı gibi göründüğü kadının ölümünü delice bir tevil ile âdeta tabii bularak gülmeye koyulduğunu görünce şaşırmaktan kendini alamadı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 158-159)
Şimdi onlar görünüşte karı koca gibi yaşıyorlardı, hakikatte ayrı düşüp ayrı kalkıyorlardı. Temuçin, Güncü’nün muhabbetinden daha yüksek emeller peşindeydi, cihangirlikler kuruyordu. Bu sebeple de güzel kadının şu istiğnasından küçük bir teessür duymuyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 89)
Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burun-larından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettikleri acı, düşman eline düşmüş ve vatandan cüda kalmış bir esirin duyduğu elemle ölçülemez. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 58)
Lakin aşk hatıralarıyla dolu bir yerde ve Tuman Ağa’nın zarif hayaliyle ruhunu karşılaştırdığı bir sırada yeni bir kadın mevzusuna gönlünde yer vermekten sıkılmıştı. Bu sebeple cürmümeşhut hâlinde yakalanan bir çocuk gibi Hızır Hoca’nın mektubunu cebine soktu ve bahçeden savuştu. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 123)
Muhit ve zaman bakımından bu muhakeme tarzı, şüphe yok ki, doğruydu. Gözle, dille, elle, kalemle de namussuzluk yapılabileceğine o devirde inanılmazdı. Şunun bunun kızına, oğluna yer gibi, ısırır gibi bakmaya çeşmiçerez yahut göz zinası derler ve bu kepazeliği hoş görürlerdi. Komşunun evine gireni, çıkanı tarassut etmeyi vazife telakki ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 294-295)
d
Mahkûm yaşamak için halkolunmuşken yanlışlıkla ve birtakım tesadüflerin zoruyla hâkim mevkisine düşen fertlerin ve cemiyetlerin hepsinde bu hâlet, yani esirliğe iştiyak dalaleti görülür. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 126)
Cebe bu harpten sonra orduyu Söbütay’ın emrinde bıraktı, Karakurum’a döndü. Daüssılaya tutulmuştu, öz yurdunun iştiyakıyla manevi ızdıraplar geçiriyordu.
(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 263)
Türk haşmetine Avusturya debdebesiyle karşılık vermek isteyen imparator da baştan aşağı demir kaplı süvarilerini, parlak kostümlü piyadelerini sıralayarak kalabalığa müsellah bir enginlik katmış bulunuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 130)
Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 15)
Bu mukayeseden muazzep olan Kör Mahmut, bir an için Emire Zeynep’ten ayrılmak fikrini derpiş etmek istedi. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 259)
Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 28)
Halam akşam yemeği için beni Lincoln Otelinde bekliyordu. Beni kucakladığı zaman sevincinden ağladı ve zannederim ben de devriâlem seyahatinden gelmiş olsaydım onu görmekle daha ziyade sevinmezdim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 124)
“Ne Musa…” dedi. “Bu nimete erdi, ne Harun ne Davut bu ikbali gördü, ne Süleyman! Ulu Tanrı işte mübarek cemalini görmekliğimi, mübarek ayaklarına yüz sürmekliğimi nasip etti. Ben, ceddin büyük Süleyman Hazretleri’nin, deden rahmetli Selim Sultan’ın, cennetmekân pederiniz, Murat Han’ın dahi ayaklarına yüz sürmüşüm, iltifatlarını görmüşüm. Fakat bu güne dek cenabınızın didarını yakından görmek, ayağını öz ağzımla öpmek müyesser olmamıştı.” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 298)
Kara Abdurrahman’la arkadaşları, yine vakur ve yine kayıtsız salonda sıralanmışlardı. Ne o iç gıcıklayan esrarlı ışıklar ne o tutam tutam sırmalar ve kucak kucak yaldızlar ne de havayı şaraba çeviren nefis kokular, tekellüfsüz bir gururun riyasız vakarını bakışlarında yaşatan bu dilaver Türkleri hayrete düşürmüş değildi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 205)
Fakat göçün neşesi genç kızlar kümesinde görünürdü. Oynak atlara binmiş olan bu coşkun kanlı dilberler, mütemadi oyunlarıyla ve terennümleriyle göçe şen bir hava püskürürlerdi. Birtakım kızlar da millî sazlarıyla millî şarkılar teganni ederlerdi. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 86)
Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 34-35)
e
Yüksek duvarlı, taş kuleli, demir kapılı, geniş hendekli sefarethanelerin icabında kale rolü oynayacağı düşünülerek böyle bir akıbete yol açtırılmamak devlet ulularınca en mühim vazife sayılıyordu, elçilerin tasarladıkları yapı işleri için yerli usta ve amele kullanmalarına ise kimse razı olamıyordu. Zira -para ile de olsa- bir Osmanlı’nın ve hele bir Müslim’in ecnebiye hizmet etmesi şerefsizlik tanılıyordu. (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 210)
Tahsil görmüş kimselerin çoğu ilgisiz, kuruntusuz hiçbir azap duymadan kendilerini rezilete kapıp koy vermektedirler. Bizde ceza kanunundan ve -tabir caiz ise- efkârıumumiye denilen millî vicdandan başka bir müeyyide kalmadığına göre böyle bir azap duymaya mahal kalır mı? (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 72)
Ordu: Yüz,