ve hilekârlıkla kazandığı bu iktidarı kullanmaya azmetmişti. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 184)
Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 36)
Dimitri İştovan da bu gülünç rivayetleri, bu ahmakça dedikoduları, aşağı yukarı, tasdik etmekten çekinmiyordu. Yalnız o, muharebede çok haşin olan Türklerin, musahabede pek zarif olduklarını ilave ediyordu. Tüyler ürpertici bir huşunetle yürekler avlayıcı bir zarafetin, aynı şahıslarda birleşmesi meselesinde, Dimitri İştovan bilhassa ısrar etmekten geri kalmıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 99)
Maharetle tahlil kabiliyeti arasında muhayyile ile tahayyül kuvveti arasındaki farktan daha büyük bir fark vardır. Lakin bunlar kati bir surette birbirlerine benzerdirler. Hülasa görülecektir ki mahir bir adamda büyük bir tahayyül kuvveti vardır. Ve hakikaten tahayyül kuvveti olan bir insan bir tahlilciden başka bir şey değildir. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 199)
Evlerin kapıları alçak, kafesli pencereleri gayet küçük, sessiz ve hüsnaverdi. Sağda ve solda gayet karanlık salaş dükkânlarda, korsan başlı, ak gözlü, parlak dişli korkunç Türkler, çubuk içiyorlar ve sanki bir fenalık için anlaşmak istiyorlarmış gibi yavaş sesle konuşuyorlardı.(AlphonseDaudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 72)
Fakat tabiat kanunları bu zevk delisi hünkârın yıllarca ve yıllarca bu çılgın hayatı geçirmesine müsaade edemezdi. Vücut, pek sağlam halk olunmuş bulunmasına rağmen, artık eriyordu, hüzale doğru gidiyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 248)
Hayra alamet hummalı bir ürperme ile yanaklarına renk veren kızıllıklar, fakirleşen damarlarına faal kan dalgalarımın avdetine alametti. Onun böyle bir kış güneşi ve kesilmiş ağaçların reçineli kokusundan ibaret ufak bir şeyle yeni hayat bulması beni hayret ve fütur içinde bıraktı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 229)
ı i
O vakit ıstırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 45)
Babam muzdaripti. Onun bu sakit ızdırabına ne şekilde olursa olsun bir tek kelime ile karşılık vermek manasız olacaktı. Önüme baktım ve sustum. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 27)
Sana bir kere daha arz ve iblağ edeyim ki sen kendini Julie’nin felaketine alet ediyorsun ve ona yanlış bir yol tuttuğunu anlatmaktan çekinirken hem onu öldürecek hem de beni alçak bir cani mevkisine düşüreceksin. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 201)
Mevzunun çirkinliğini düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Yalnız makul şekilde temin edemediği aşk ihtiyacını ve Türk’e kul olmak iştiyakını göz önünde tutarak o ihtiyaç ve iştiyakın ibramıyla iradesizleşerek yirmi Türk’ün hepsinden ayrı ayrı kam almak hülyasına kapılıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 210)
O zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 12)
Zekâ ve dirayet namına en iyi, en samimi ve bilhassa en alevli nem varsa ibzal ettim. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 91)
Artık prensesin davetlerine, bahaneler bularak icabet etmiyordu, pek muztar kalıp da saraya giderse prensesin yanına sokulmuyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 101)
Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan gerikalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 56)
Hakikatte resmi görenler bunda harikulade bir benzeyiş ve canlılık gördüklerini fısıldıyorlar ve ressamın büyük iktidarına ve o kadar icazkâr bir surette güzel bir resmini yaptığı zevcesine olan derin aşkına bunu büyük bir delil addediyorlardı. (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 173)
Bir prensesin hapsedilmesi büyük bir hadiseydi. O devirlerde günahlarını peçelemeyi bilmeyen kibar kadınlar ve kızlar manastırlara kapatılırlardı, ruhani bir hayatın sinir bozan tatsızlığı içinde Prokopyos’un “Anekdota”sı okutturularak, yani susuzluğa sevk ve fakat sudan mahrum edilerek tövbekâr olmaya icbar edilirlerdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 109)
Size birkaç kelime içinde hülasa ettiğim bütün bu şeyler uzun, karanlık ve bir sürü ızdırapların pek kısa bir icmalidir. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 69)
Bu, işitilmemiş bir şeydi ve bütün Edirne halkını renk renk içtihatlara, tahminlere, hükümlere sevk ediyordu. Bizzat saray muhaf-ızının, kale kumandanının, zindan amirinin de bilmedikleri, öğrenemedikleri hakikat her ağızda başka bir şekil alıyordu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 110)
İstenilen hizmet, onların içtimai vaziyetlerine ve diledikleri zaman saraya girip çıkmak salahiyetini haiz bulunmalarına göre gerçekten basitti. Bu sebeple evin sahibi olan madam, hemen elini uzattı.
“Ver…” dedi. “yüzüğü. Ben onu götürürüm, çekmeceyi de getiririm.”(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 127)
Zaten meselede asıl bahis mevzusu olan ben, yalnız benim ve size anlattığım sergüzeştin başlıca şahsiyeti hakkında son bir söz olmak üzere şunu söyleyeyim ki ben hayata yeni giriyorum. Hiç de geç kalmış değilim. Çünkü eğer yapılacak iş uzunsa onun iyi bir örneği hemen verilmiştir. Ben topraktan zevk alıyorum ve ondan anlıyorum; ufak bir tefahür ki hoş görmenizi rica ederim. Kafamı işleyebildiğimden daha iyi olarak tarlalarımı işleyeceğim. Hem daha az masrafla,