çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık Benim, nizama girmemiş, daha doğrusu intizamını kaybetmiş olan hayatımı ve bazen çılgıncasına çalışmak, bazen de tam bir atalet içinde kalmak gibi birbirine zıt ifratlara karşı zaafımı, disiplin altına alırdı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 179-180)
Günlerce, hatta diyebilirim ki aylarca, Madeleine’in izzetinefsi yaralanmış, dargın siması, bir vicdan azabı ısrarıyla arkama düşerek insafsızca bana suçumu ödetti. Zayıf bir anın her şeyi unutturarak akıttığı o gözyaşlarının parıltısı, hiç gözümün önünden gitmiyordu. Tasavvur ettiğim boşboğazlıkla az daha kendisine büyük bir fenalığım dokunacaktı. Onun ebediyen ağzımı mühürlemek emriyle ve hâkimane bir tatlılıkla verdiği o işaretin önünde ben, şuursuz bir ifsatla secde ediyor ve kendi kendimden utanıyordum. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 173)
Başını çeviriyor. Kolları ümitsizlikle, isyan, eza, iğbirar ve daha ne bileyim birçok ismi olan duygularla yana sarkıyor. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 73)
Gün geçmezdi ki az veya çok, şeytani iğvalara kapılmayayım, dakika geçmezdi ki raşelere, yürek çarpıntılarına, yeise veya ümide düşmüş olmayayım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 141)
Yani’nin planı belki basitti. Fakat devrin içtimai mihverlerini derinden derine kavramış, asilzadeler zümresindeki ahlaki sarsıntıyı tamamıyla ihata etmiş olduğunu da gösteren bir düşünce mahsulüydü. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 139)
Hâlbuki Avusturyalılar, postlarını ulu orta yüzdürmeyeceklerini ihsas etmiş olmak için öte yanda sarkıntılığa başlamışlar ve Uyvar üzerine taarruz etmişlerdi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 263)
İşte bu kardeşçe anlaşma, Evliya Çelebi’nin attığı tohumun ilk filizleri oldu ve onların elçi paşa çadırına gelip ihtida etmek istediklerini söylemeleri üzerine macera filizleri tomurcuklandı, çiçek açmak ve meyve vermek kabiliyetini kazandı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 108)
Saray önünden, korkuya düşüp kaçışan Küçük Ahmet Paşa hizmetkârlarının bir kısmı menzillerine geldi, bir kısmı da ihtifa etti. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 196)
Hülasa Yanık’la Viyana arasındaki geniş mıntıkada Osmanlı hâkimiyeti acıklı ihtilaçlar ve kanlı ihtizazlar içinde can veriyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 337)
Fakat beş yüz kadını idare etmek, sarayda gönüllerin ihtilaline meydan vermemek çok mühim kiyasete tevakkuf ediyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 273)
İhtilas yapan mal memurları idam olunur. İhtilas ufak ise suçlu hanın huzuruna çıkacaktır.(M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 293)
Asileri tedip ve ocağı tahrip meseleleri birbirine karışmak üzereydi. Oraya kadar getirilmiş olan topçuların, kumbaracıların, lağımcıların, tersanelilerin böyle bir ihtilatıhoş görmemeleri mümkündü. Çünkü sarayın davası askere nizam vermek esasına dayanıyordu. Hocalar bu esasın şer’e uygun olduğuna fetva vermişlerdi.
“Annem çok müftehir olacak.” dedi. “Yani gurur bir günah olmasaydı mağrur olurdu. Biz o kadar fakir insanlarız ki sizin fakir evimize gelmeye muvafakat edeceğinize ihtimal vermek cesaretinde bulunamıyorduk.” (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 104)
Bu ihtiram, onun başka bir muhite intikal ettiği güne kadar devam edecekti. Çünkü kafile halkının şahit oldukları sahneden gelme heyecan izlerini yüreklerinden silip çıkarmaları imkânsızdı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
Kendi hayatının eksik taraflarını onun muvaffakiyetle tamamlaması baba için bir ihtiras hâlini almıştı. Bilhassa böyle bir çocuğun sadece okumaya başlaması mütevazı, bir başlangıçtı. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 25)
Bana o kadar kederli göründü ki artık benim çocuk-kadınımın seciyesini ıslah için hiçbir şey yapmamaya, onu olduğu hâlde bırakmaya karar verdim. Bu, yeni kederi unutturmak için ona bir çift küpe ile Jip için güzel bir tasma hediye ettim. Bu hediyeleri öyle bir sevinçle kabul etti ki ben bu sevinçte bir nevi ihtiraz hissettim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 198)
Bu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.(M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 100-101)
Kâh ihtiraz ve ihtiyat ile kâh da bilakis hayret olunacak bir ölçü içinde gelişigüzel kendini bırakarak hepimize rahatlık veriyordu. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 227)
Bu esnada kubbenin altında erganunun muhteşem sesi duyuldu. Bu ses bir gök gürültüsü gibi derece derece yükseliyordu. Sonra yavaşladı ve çocuk sesi gibi sevimli nağmeler hâlinde dalgalandı. Nihayet son bir gök gürültüsü ile sustu. Bu gürültünün aksi uzun zaman kubbede ihtizarlar bıraktı. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 78)
Seher gene benliğini ihtizaza getiriyordu. Lakin bu titreyişte aşk ile merhamet karışıktı ve Hüseyin şimdi onu acıyarak seviyordu! (M. Turhan Tan, “Devrilen Kazan”, s. 119)
Zemini güzelce ihzar ettikten sonra tam zamanında son rolü oynamaya hazırlanıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 294)
Kemale gelmesini beklediği meyvenin şimdiden lezzetini duyuyormuş gibi çenesini oynatıyordu. Bana verdiği nefret ve ikrah hissini güçlükle saklayabildim. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 187)
Eski bir posta arabası idi. Kenarları, demode ve soluk bir mavi çuha ile çevrilen döşemesinin kaba sert yünden kaim kabartmaları birkaç saatlik bir yolculuktan sonra sırtınızı dağlar gibi pişiren bu arabanın arka tarafında yer almış bir yabancı vardı: Taraskonlu Tartaren orada iyice