“Paul ile Virginie”, s. 109)
Başının püsküllü belası gene o deve! Trenin arkasında rayların üstünde yeise düşmeksizin trene yetişmek azmiyle salla pata pergellerini açan zavallı deve!.. Tartaren yeis ve fütur içinde bir köşeye büzüldü ve gözlerini kapadı. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 126)
g
Bu, yerde sürünen aczin gökte gürleyen kudrete hayranlığını ifade eden bir durumdur. Fakat hiçbir şehrin gökten gelecek misafiri karşılamaya çıktığı görülmemişti. Dimetokalılar şiir sayılacak bir iman ve yine şiir sayılacak bir heyecan içinde işte bu garabeti gösteriyorlardı. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 90-91)
Cengiz Han, teenni eder görünmekle beraber âdeta sabırsızlanmıştı, bir ayak evvel garba dönmek, Harzem’den Bağdat eteklerine kadar uzayan topraklardaki Türkleri de kendi bayrağı altına almak için hummalı bir iştiyak taşıyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 227)
Bektaş, kendi hayatının hususiyeti dolayısıyla platonik bir aşkın zevki içinde gaşyolup gitmek istiyordu. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 267)
Fakat ben bu haberden ne mütehayyir ne de müteessir göründüm. Hatta şu gaybubetinin uzun sürüp sürmeyeceğini de sormadım. Onun bu ağzı kullanacağını biliyordum. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 45)
Üç yüz erkeğin arasına bir kadın karışması hiçbir gayritabiilik uyandırmış değildi. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 115)
Pek öyle sıkı sıkıya kendimi kapamadım, öyle yapsaydım sıkıntıdan boğulur ölürdüm; fakat kendimi, evham ve hayalatın düşmanı olan faal, gayur, ihtisasçı ve pek meşgul, fikir adamlarının çerçevesi içine aldım. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 213-214)
Mevlevi Mehmet, celladın da vazifedenistinkâf ettiğini görünce gazaba geldi, kendi eliyle padişahı boğmak emeline kapıldı ve bunu yapamayacağını kestirdiğinden eline bir sopa alıp dışarı fırladı. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 334)
Zavallı Mahmut’un niyeti saftı, gönlünde gıllıgış yoktu. (M. Turhan Tan, “Cehennemden Selam”, s. 419)
Ulema güruhu tamamıyla maksada bağlanmış olduğundan, saraya karşı müttehit bir cephe alındığından artık Fatih Camisi’nde durulmak abesti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 285)
Şehrin kadın erkek bütün güzideleri mutlaka orada bulunacakmış, şayet ben gitmezsem toplantı hiçbir şeye benzemeyecekmiş. (Lev Tolstoy, “Katya”, s. 78)
h
Omuzlarını çökerten, saçlarını ağartan, sıhhatini kurutan hacaleti ve sefaleti, hiç olmazsa mezarın eşiğinde bırakmak, sükûn içinde ebediyete kavuşmak ihtiyacını besliyordu.(M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 346)
Vârisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve kendisini hacbederek servetini idare ettirmişler.(Bernardin de Saint-Pierre, “Paul ile Virginie”, s. 109)
Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 69)
Önümüzdeki ölüm girdabıyla aramızdaki hail işte bu parmaklıktan ibaretti. Rüzgârın her darbesinde koca kulenin, ayağımızın altında nasıl belli bir surette sallandığını duyarak, yükselen denizin şamatalarıyla teşvik edilir gibi aşağıya doğru çekilerek, uzun müddet en büyük bir şaşkınlık içinde kaldık. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 145)
Ara sıra şuradan bir geyik fırlayarak, öteden bir sülün uçarak onları hayalden hakikate çeviriyordu. Fakat avlanmak için yola çıktıklarını bu canlı ihtarlara rağmen düşünmek istemiyorlardı, iltizami bir kayıtsızlıkla yine yürüyorlardı.(M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 317)
Ömrümde, ihtişamı bakımından en çok ve istifadesi itibarıyla en az olan bu seyahatim hakkında size hiçbir şey söyleyecek değilim. Dünyada öyle yerler var ki oralara bu kadar alelade bir derdi taşıyıp bu kadar az erkekçe gözyaşları döktüğümden dolayı kendimi âdeta hakir görürüm. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 177)
Yani, bu öğütler verilirken sessizce rükûya varmış, sessizce halaskârlarını selamlamış ve yine sessizce çekmeceyi koltuğuna sıkıştırıp sofadan savuşmuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 154)
Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 85)
Musiki beni bestekârın o besteyi yaptığı andaki hâletiruhiyesine alır götürür. Ruhumu onun ruhu ile mezceder ve mütevali duygularında onu takip ederim. Bu niçin böyledir? Onu bilmem. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 95-96)
Sokrat’ın baldıran içtiği esnada olduğu gibi halim ve sakin olan kahraman Taraskonlu herkesenüvazişkâr bir söz söylüyor, herkese tebessüm ediyordu. Alelade söz söylüyor, herkese karşı nazik davranıyor, sanki seyahate çıkmadan evvel arkasında bir sevgi izi, bir teessüf ve iyi bir hatıra bırakmak istiyordu. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 44)
Bu hissiyat rengârenk ve gayrimütecanis bir halita teşkil ediyordu. Henüz kin hâline gelmemiş şedit bir hususiyet, itibar ve ondan ziyade hürmet ve gayet büyük ve endişeli bir merak… (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 181)
Misafirler, saray sofrasında kendi şehirlerinin ekmeğini, çöreğini, şerbetini, paluzesini bulmaktan çok mütehassis olmuşlar ve bunu Safo’nun zarafetine hamletiklerinden kadını candan sevmeye başlamışlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)
Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için