beraber onların yaman bir kuvvet olduğunu anlıyordu. Paladan daha keskin görünen sarıktaki, zırhtan daha sağlam tanılan cübbedeki bu hasiyyetin sırrını keşfedemediği hâlde var ve yaşar bir hakikat olduğuna kanaati vardı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 424)
Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 29)
Bir salnameden bir sürü ism-i haslarseçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 51)
Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 49)
Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 74)
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 95)
En müthiş ceza katillere veriliyordu, bir çukur kazılıyor, katil oraya indiriliyor, öldürülen adamın cesedini havi tabut katilin üzerine konuluyor ve ikisi birden toprak altına gömülüyordu. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)
Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor, silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 18)
Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 50-51)
Hünkâr, kaideye uygun olan bu dileği kabul etmekten -biraz da anasının ısrarıyla- geri kalmadı. Ahmet, ikinci vezir olmak haysiyetiyle o makama zaten namzetti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 220)
Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 65-66)
Artık yalnız bulunmamak sabırsızlığı. Ta ki eğer ez çok tanınmış bir ismim varsa, onunla hodbinliğimi tetviç etmek gibi hazin bir neticeye varmış olmayayım.(Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 135)
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ” (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 101)
Aynı zamanda Türklerin birkaç gün sonra Dimetoka’yı zapt edeceklerini de anlıyordu. O vakit bir hercümerç başlayacaktı. İhtiyar, bu kargaşalık içinde bulunmayı da istemiyordu. Bu sebeple prens ve karısı, papazlar ve halk, kötü kötü düşünerek kasabaya girerlerken o, adımlarını açtı, Edirne istikametine savuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 114)
Onda bülbülleri güllerden, deniz kuşlarını denizin renginden ve köpüğünden, serçeleri dudak dudağa aşk fısıldaşmak neşesinden uzaklaştıracak bir güzellik buluyordu ve kadının bir işaretiyle, gül fidanları arasında bir erkek bülbüle, havuzlar önünde bir erkek martıya, hiyabanlar içinde bir erkek serçeye dönmekten, ruhu, istihaleler geçire geçire o hayvancağızların rollerini taklit etmekten enikonu saadet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 141)
Kabil değil cümlenin sonunu bağlayamadım. O bu genç kızlığın mukaddes hicabını takdir etti ve benim yarıda bıraktığım sözü tamamladı. (Mükerrem Kâmil Su, “Sevgim ve Izdırabım”, s. 14)
Timur’un hükmü, tam bir hakikat ifade ediyordu. Çünkü İslam Hatun, güzeller şehinşahlığına layık bir hilkat bediası idi. Saçından topuğuna kadar kusursuz bir güzeldi. Geçirdiği kaza, yüzüne donuk bir renk getirmişti. (M. Turhan Tan, “Timurlenk”, s. 116)
Sanki benim himayeye ihtiyacım varmış! Jip beni ondan iyi muhafaza ediyor. Babam onu benim mahremim zannediyor. Lakin ben ona hiçbir sır söylemiyorum. Emniyet edeceğim adamları ben kendim intihap ederim. Bir anne yerine Miss Murdstone gibi asık suratlı bir ihtiyar kadın bulmak ne hazin… Öyle değil mi Jip? Bunun için ona hiç gizli bir şeyimizi söylemeyeceğiz ve onun rağmına mesut olmaya çalışacağız. (Charles Dickens, “David Copperfield”, s. 142)
Yuvanis, nurun tekellüm ve güzelliğin şikâyet ettiğini duyduğuna zahip oluyordu, sürüne sürüne gittiği yerde ruhi zelzeleler geçiriyordu. Güneş konuşsa ona bu kadar tat vermeyecekti, güller dikenlerinden dert yansalar, onu bu derece muzdarip etmeyecekti. Bununla beraber aldığı tada ve duyduğu ızdıraba kanmıyordu. O tekellümün ve o şikâyetin dinmemesini istiyordu. Kız susunca o dileğine dilini tercüman yaptı, hodkâm bir iştiyakla söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 163)
Mutat olan konuşmalarımızın bu daracık hududundan -ne kadar seyrek olursa olsun- çıkmamızı müteakip fırtına kopardı. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”,