bacaksız!”
Bir diğeri:
“Eğer gidersen, sonra pişman olsan bile dönmene izin vermeyiz!”
Üçüncüsü:
“Bunlar hep geçici gençlik hevesleridir. Gitme!”
Dördüncüsü:
“Buranın ne kusuru varmış yahu!”
Beşincisi:
“Başka bir dünya yok ki, dünya buradan ibaret. Geri dön!”
Altıncısı:
“Eğer aklını başına toplar da dönersen, senin akıllı bir balık olduğunu anlayacağız.”
Yedincisi:
“Ama biz seni görmeye alışmıştık…”
Annesi yalvardı:
“Benim hâlime acı. Gitme! Gitme!”
Küçük Kara Balık, artık onlarla bir şey konuşmadı. Kendi akranlarından olan birkaç yakın arkadaşı, suyun dağdan dökülmeye başladığı yere kadar ona eşlik etti, sonra geri döndüler. Küçük Kara Balık, onlardan ayrılırken:
“Yeniden görüşmek üzere arkadaşlar. Beni unutmayın!”
Arkadaşları:
“Seni nasıl unuturuz? Sen bizleri tavşan uykumuzdan uyandırdın. Bize öyle şeyler öğrettin ki bundan önce hiç aklımıza bile gelmezdi bunlar. Hoşça kal bilgili ve korkusuz dost!”
Küçük Kara Balık, şelaleden aşağıya kendini bıraktı ve bir göle düştü. Önce biraz sersemleyip bocaladıysa da sonradan yüzmeyi başarabildi ve gölün etrafında bir tur attı. Daha önce, bu kadar büyük bir yerde toplanan bunca suyu bir arada görmemişti. Suyun içinde binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıp duruyordu. Küçük Kara Balık’ı görünce alay etmeye başladılar:
“Şuna bakın hele! Yahu sen ne tür bir yaratıksın böyle?”
Balık, onlara iyice yaklaştı:
“Rica ediyorum hakareti, dalgayı bırakın. Benim adım Küçük Kara Balık. Siz de isimlerinizi söyleyin de tanışalım.”
İribaşlardan biri yanıt verdi:
“Biz birbirimize kurbağa yavrusu deriz.”
Diğeri:
“Soylu ve asiliz.”
Bir başkası:
“Bizden daha güzeli bulunmaz dünyada.”
Bir diğeri:
“Senin gibi çirkin ve tipsiz değiliz.”
Küçük Kara Balık:
“Sizin bu kadar kendini beğenmiş olduğunuzu hiç bilmezdim. Ama olsun, ben sizi affediyorum, çünkü bu sözleri cahilliğinizden söylediğinizi biliyorum.”
Kurbağa yavruları, hep bir ağızdan:
“Yani biz miyiz cahil?”
Kara Balık:
“Eğer cahil olmasaydınız, dünyada diğer pek çok varlığın da kendine göre bir güzelliği olduğunu bilirdiniz. Sizin isminiz bile size ait değil.”
Kurbağa yavruları çok sinirlendi, ama Küçük Kara Balık’ın söylediklerinin doğru olduğunu bildikleri için başka bir konu açtılar bu sefer:
“Aman sen de, boş ver! Biz her gün, sabahtan akşama kadar dünyayı gezip dolaşırız da kendimiz ve anne babamızdan başkasını görmeyiz. Bir de küçük kurtçuklar var, ama onları hesaba katmaya değmez!”
Balık:
“Siz bu gölün dışına çıkamazsınız ki, hangi dünyayı gezmekten bahsediyorsunuz?”
Kurbağa yavruları:
“Bu gölün dışında başka bir dünya mı var sanki?”
Balık:
“Var tabii! Şöyle bir düşünmek gerekmez mi; bu su nereden gelip dökülüyor buraya, su dışında da başka şeyler olması gerekmez mi?”
Kurbağa yavruları:
“Suyun dışı dediğin de neresi? Biz suyun dışında hiçbir şey görmedik ki şimdiye kadar! Hah hah hah… Aklını oynatmışsın sen!”
Küçük Kara Balık’ın da gülesi geldi. Aslında en iyisi, bu kurbağa yavrularını kendi hâllerine bırakmak ve geçip gitmekti. Sonra aklına bunların annelerini de görüp, iki kelime etmek düşüncesi geldi:
“Peki sizin anneniz nerede?”
İnce bir kurbağa sesi birden sıçrattı balığı. Kurbağa, gölün kıyısında, bir taşın üzerine oturmuştu. Suya sıçrayıp, balığın yanına kadar sokuldu:
“Buradayım, buyur!”
Balık:
“Merhaba, büyük hanım!”
Kurbağa:
“Seni kendini beğenmiş şey, ne zamandır şurada boşboğazlık edip duruyorsun! Bulmuşsun çocukları, koca koca laflar atıp tutuyorsun! Ben, bütün dünyanın şu gölden ibaret olduğunu anlayabilecek kadar uzun yaşadım. İyisi mi sen şimdi hemen kendi yoluna çek git, benim çocuklarımı da yoldan çıkarma!”
Küçük Kara Balık:
“Bu şekilde yüz tane daha ömrün de olsa, böyle zavallı ve cahil bir kurbağa olmaktan öteye gidemeyeceksin.”
Kurbağa buna çok sinirlendi ve Küçük Kara Balık’ın üzerine doğru atıldı. Balık yıldırım gibi bir hareketle fırladı, suyun dibindeki balçığı, çamuru bulandırarak uzaklaştı.
Derenin gidiş yolu oldukça kıvrımlıydı. Akan suyu da birkaç katına çıkmıştı. Ama bu dereye, dağların tepesine çıkıp da bakacak olsanız, dere ancak beyaz bir ip gibi görülebilirdi. Dağdan kopup gelen ve yuvarlanarak suya düşen iri bir kaya parçası, dereyi ikiye bölmüştü. Avuç içi kadar irice bir kertenkele karnını bu kayaya dayamış, güneşin sıcaklığının keyfini çıkarıyor; bir yandan da suyun sığlaştığı bu tarafta, suyun kumlu dibine oturmuş, sığ sularda avladığı kurbağayı yiyen bir yengeci kolluyordu. Küçük Kara Balık geçerken, gözleri bir anda yengece takıldı ve korktu, uzaktan selam verdi. Yengeç, ona ters ters bakarak:
“Ne kadar edepli bir balık! Biraz yaklaşsana ufaklık, gel bakalım!”
Küçük Kara Balık:
“Ben dünyayı dolaşmaya gidiyorum. Zatıalilerinin avı olmaya da hiç niyetim yok.”
Yengeç:
“Sen niye bu kadar karamsar ve korkaksın küçük balık?”
Balık:
“Ben ne karamsar ne de korkağım. Gözümün gördüğü ve aklımın söylediği her şeyi dile getiririm, o kadar.”
Yengeç:
“Peki. O zaman söyle bakalım, gözün ne gördü ve aklın ne düşündü de seni avlayıp yiyeceğimi zannettin?”
Balık:
“Laf karıştırıp durmayı bırak artık!”
Yengeç:
“Kurbağayı mı kastediyorsun? Sen de amma saf bir ufaklıkmışsın yahu! Kurbağalarla aramız iyi değil, bu yüzden avlıyorum onları. Bilirsin belki, bunlar dünyada sadece kendilerinin yaşadığını sanan ve bu yüzden de çok şanslı olduklarını düşünen varlıklar. Ben de dünyanın kimin elinde olduğunu göstermek istiyorum onlara. Tamam, sen de artık korkmayı bırak, yaklaş şöyle, yaklaş!”
Yengeç