Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

Kara Balık sürüdeki balıklardan ayrıldı ve kendini suya bırakıp yüzdü. Bir süre sonra denizin yüzeyine yaklaştı. Güneş sıcak sıcak ısıtıyordu suyu, Küçük Kara Balık da sırtında güneşin sıcaklığını duyuyor, bundan büyük keyif alıyordu. Sakin ve huzurlu bir şekilde suyun üstünde yüzüyor, bir yandan da düşünüyordu:

      “Ölüm çok kolay bir şekilde gelip beni bulabilir, ama yaşayabildiğim sürece kendi ayağımla gidip onu karşılamamalıyım. Lakin olur da bir gün ölümle karşı karşıya gelirsem de çok önemli değil; önemli olan, benim hayatımın veya ölümümün, diğer insanların hayatları üzerinde nasıl bir iz bıraktığı…”

      Küçük Kara Balık, düşüncelerini sürdürmeye daha fazla fırsat bulamadı, balıkçıl kuşu yaklaştı ve onu kapıp götürdü. Küçük Kara Balık, balıkçıl kuşunun gagaları arasında çırpınıp duruyor, ama bir türlü ondan kurtulmayı başaramıyordu. Balıkçıl, belini o kadar sıkı kavramış ve sıkıyordu ki neredeyse canı çıkacaktı balığın. Ama Küçük Kara Balık sudan ayrı ne kadar süre hayatta kalabilecekti! Küçük Kara Balık, “Keşke balıkçıl beni hemen şimdi yutsa.” diye düşündü. Bu sayede en azından kuşun midesinin ıslaklık ve rutubetinde, ölmeden önce birkaç dakika daha yaşayabilmesi mümkün olurdu. Bu düşünceyle, balıkçıla seslendi:

      “Neden beni canlı canlı yutmuyorsun? Ben, öldükten sonra eti zehirli olan balıklardanım.”

      Balıkçıl buna bir şey demedi, kendi kendine düşündü:

      “Seni kurnaz seni! Bak sen şunun yapmaya çalıştığı hileye! Beni konuşturmaya çalışıp da kurtulmak istiyor olmayasın?”

      Kara uzaktan görünmeye başladı, giderek yaklaşıyorlardı toprağa. Küçük Kara Balık, karaya bir varacak olurlarsa işinin bitik olduğunu biliyordu. Bu düşünceyle:

      “Beni yavrularını doyurmak için avladığını biliyorum. Fakat karaya varırsak ben ölürüm, vücudumun da zehir torbasından farkı kalmaz o zaman. Yavrularına da mı acımıyorsun?”

      Balıkçıl kuşu düşündü:

      “Tedbirli olmak da güzel bir iştir aslında! Seni ben yiyeyim, yavrularım için de gidip başka bir balık avlarım. Ama dur bakalım… bu işin içinde bir kelek olmasın? Yok yok, ne olacak canım, hiçbir şey yapamazsın bana!”

      Balıkçıl bu düşünceler içindeyken, Küçük Kara Balık’ın bedeninin hareketsiz ve kaskatı kesildiğini hissetti. Yeniden düşünmeye başladı:

      “Öldü mü yani şimdi? Bunu ben de yiyemem ki! Böylesine taze ve canlı bir balığı boş yere telef ettim!”

      Bu düşünceler içinde, Küçük Kara Balık’a seslendi:

      “Hey ufaklık! Hâlâ canın var mı, yutayım mı seni?”

      Fakat sözlerini bitirmeye fırsat bulamadı, çünkü konuşmak için gagasını açar açmaz, Küçük Kara Balık bir sıçrayışta ondan kurtuldu ve aşağıya atladı. Balıkçıl kuşu çok kötü oyuna getirildiğini anladı, hemen balığın peşine düştü. Küçük Kara Balık ise şimşek gibi süratle denize doğru gidiyor, deniz suyuna duyduğu özlem ve iştiyakla suyun rutubetine kendini bırakmış, ağzını açıp kapıyordu sürekli. Tam suyun içine girmiş, yeni bir nefes almıştı ki balıkçıl bir anda yıldırım gibi ardından yetişti ve onu kaptığı gibi yuttu ve midesine indirdi. Küçük Kara Balık bir süre neye uğradığını anlamadı, ama dört bir yanının nemli ve karanlık olduğunu hissetti, bir çıkış yolu olmadığını gördü. Kulağına bir ağlama sesi çarptı. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş hâlde ağlayıp sızlayan ufak bir balık gördü, bir yandan ağlıyor bir yandan annesini istiyordu. Küçük Kara Balık ona yaklaştı:

      “Ufaklık! Kalk da bir çare düşün, böyle ağlayıp anneni çağırmakla eline ne geçecek ki?”

      Ufak balık:

      “Sen… Sen de kimsin? Gör… Gör… Görmüyor musun… Ben… Artık… Kurtulamam… Ühü… Ühü… Ühü… Anneciğim… Ben… artık balıkçının ağını sizinle birlikte dibe çekemeyeceğim… Ühü… Ühü…”

      Küçük Kara Balık:

      “Tamam yahu, yeter! Rezil ettin bütün balıkları!”

      Ufak balığın ağlaması dinince, Küçük Kara Balık:

      “Ben bu balıkçıl kuşunu öldüreceğim ve diğer balıkları özgürlüğe kavuşturacağım! Ama ondan önce seni buradan kurtarayım da ortalığı karıştırma!”

      Ufak balık:

      “Sen kendin ölüp gidiyorsun, balıkçılı nasıl öldürebilirsin ki?”

      Küçük Kara Balık hançerini gösterdi:

      “İşte tam buradan, içeriyi parçalayacağım. Şimdi dinle bak ne diyeceğim; ben var gücümle kendimi o yana bu yana fırlatırken, balıkçıl gıdıklanacak ve gagası açılacak, gülmeye başlayacak, sen de o sırada dışarı çıkıp kurtulacaksın.”

      Ufak balık:

      “Peki sen ne olacaksın?”

      Küçük Kara Balık:

      “Sen beni düşünme, ben bu pis hayvanı öldürmeden dışarı çıkmam!”

      Bunları söyledikten sonra, Küçük Kara Balık bir o yana bir bu yana kendini atıp, balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Ufak balık da bu sırada balıkçılın midesinin ucunda hazır hâlde bekliyordu. Balıkçıl, gıdıklanmaktan kahkahayla gülmeye başlayınca ağzı açıldı, ufak balık da hemen harekete geçti ve kuşun ağzından fırlayıp kendini dışarı atıverdi, az sonra suya kavuştu. Ama ne kadar beklediyse de Küçük Kara Balık’tan hiçbir haber yoktu. Birden bir çığlık sesi duyuldu, balıkçıl kuşu feryat figan içinde havada çırpınıyor, döne döne aşağı düşerken acı içinde bağırıyordu. Bu vaziyette suya çarpıp düştü.

      Ama Küçük Kara Balık hiç ortada görünmüyordu. Şimdiye kadar da kimse ondan haber alamadı bir daha…

***

      Yaşlı balık, hikâyesini burada bitirdi, on iki bin civarındaki yavrusu ve torununa dönerek:

      “Şimdi uyku vakti çocuklar, hadi gidin yatın!”

      Bütün yavrular bir ağızdan:

      “Ama büyükanne, ufak balığa ne olduğunu anlatmadın!”

      Yaşlı balık:

      “Bu da yarına kalsın. Şimdi uyku vakti, herkese iyi geceler!”

      On bir bin dokuz yüz doksan dokuz tane küçük kara balık, “iyi geceler” dedikten sonra uyumaya gittiler. Büyükanne de uyumaya başladı. Ama Küçük Kırmızı Balık ne kadar uğraştıysa da bir türlü uyuyamadı, sabaha kadar sürekli denizi düşündü…

      BİR GÜNLÜK DÜŞ VE GERÇEK

      Sevgili okuyucu!

      “Bir Günlük Düş ve Gerçek” hikâyesini sizlere emsal olması için yazdım. Yani bundan kastım şu, herkes birlikte yaşadığı insanları hakkıyla tanısın ve bu sorunların nasıl çözüleceğine dair çareler düşünsün.

      Eğer Tahran’da başımdan geçenleri yazacak olsam, birkaç ciltlik kitap olurdu; diğer yandan, okuyanların hemen hepsini de yorardı bu hikâyeler. Bu yüzden bu hadiselerin sadece yirmi dört saatlik bir bölümünü yazıyorum. Sanıyorum bu bölüm hem kısa olur hem de kimseyi okurken sıkmaz. Elbette, babamla birlikte Tahran’a gidişimizin neden ve nasıl olduğunu da mecburen anlatacağım.

      Babam,