Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

dahi bu ayakkabılardan bir çift almaya gücümüzün yetmeyeceğini söylemişti.

      Başımı kapıya dayadım, ayaklarımı da ileriye uzattım. El bileğimdeki ağrı henüz geçmemişti. Ne kadar acıktığım aklıma geldi birden. Babam bir kenara benim için yiyecek bir şeyler ayırmadıysa, bu gece de aç karnına uyuyacaktım mecburen.

      Sonra, devemin bu gece yanıma geleceği ve beni sırtına bindirip şehri gezdireceği geldi aklıma. Yerimden hemen kalktım ve yola düştüm. Oyuncakçı dükkânı kapalıydı, ama demir kapının ardından oyuncakların sesleri duyuluyordu. Yük treni çuf çuf çuf sesleri arasında yol alıyordu. İrice bir kara horoz, sanki mermileri peş peşe gönderecekmiş gibi bir tüfeğin arkasına geçip oturmuş, etrafındaki güzelim oyuncakları korkutuyordu. Maymunlar bir köşeden diğerine atlayıp zıplarken, bazen devenin kuyruğuna yapışıyor, öfkelenen deve de onları azarlıyordu. Eşek uzun kulaklarını oynatıp anırıyor, civcivlerle oyuncak bebekleri sırtına bindirip sağa sola götürüp getiriyordu. Deve, duvar saatinin tik tak seslerine kulak kabartmıştı, sanki birisiyle randevusu vardı da vaktin gelmesini bekliyor gibiydi. Uçaklarla helikopterler havada tur atıyor, kaplumbağalar kabuklarının içinde uyukluyordu. Köpekler yavrularını emziriyor, kediler sepetin altından yumurta yürütüyordu. Tavşanlar avcıdan ürkmüş, şaşkın şaşkın çevrelerine bakınıyordu. Siyah ve irice bir maymun, her zaman vitrinin arkasında duran mızıkamı kalın dudaklarının arasına almış, kulağa hoş gelen sesler çıkarmakla meşguldü. Otobüslerle minibüsler, diğer oyuncakları sağa sola taşıyıp, gezdiriyordu. Tanklar, toplar, tabancalar ve otomatik tüfekler durmadan bir yerlere ateş ediyordu. Tavşan yavrusu eline iri bir havuç almış, kulaklarına kadar açılmış ağzına götürmek üzereydi.

      Tüm bunlardan daha önemli olan ise benim oyuncak devemdi, bütün bu kalabalığın ortasında hareket edip yürüyecek olsa kuşkusuz her şeyi birbirine katar, ortalığı dağıtırdı. O kadar iriydi ki benim devem, vitrin camının ardına sığmıyordu; bu yüzden de bütün günü dükkânın önünde ve kaldırımın üzerinde geçiriyor, etrafı ve gelip geçenleri seyrediyordu. Şimdi de mağazanın orta yerinde öylece duruyor, ara sıra boynundaki çıngırağı şıngırdatıyordu. Bir yandan geviş getiriyor, bir yandan da duvardaki saatin tik taklarını gözlüyordu. Devenin yavruları ise arkasına konuldukları parmaklıkların arasından annelerine bakıyor, mağazanın dışına kaldırıma çıkacak olursa kendilerini de yanına alması için ricada bulunuyorlardı.

      Gelmişken devemle iki kelime sohbet edeyim istedim, ama ne yaptım ne ettimse sesimi bir türlü ona duyuramadım. Ben de kapıya bir iki tekme vurup, sesimi duyurmak için diğerlerinin susmasını sağlamaya çalışıyordum ki bir el kulağıma yapıştı:

      “Aklını mı kaçırdın çocuk! Hadi evine, yallah!”

      Artık orada durmanın bir anlamı yoktu. Kulağımı ve kendimi polisin elinden bir kez daha kurtardıktan sonra, daha fazla geç kalmamak için koşa koşa babamın yanına yollandım.

      Babamın yanına vardığım zaman, caddeler sokaklar ıssız ve bomboştu. Tek tük taksiler gelip geçiyordu. Babam her zamanki gibi, zerzevatçılık yaptığı el arabasının üzerinde yatıyordu. Babamın yanında yatıp uyuyacaksam önce bana da yer açması için onu uyandırmam gerekecekti. Bizimkinden başka el arabaları da vardı orada duvar diplerinde, onların sahipleri de kendi arabaları üzerinde uyuyorlardı. Birkaç kişi de yere kıvrılmış, zeminin üstünde yatmıştı. Burası işlek bir yol kavşağı üzerindeydi ve hemşerilerimizden birinin içinde buz satıcılığı yaptığı bir büfesi vardı orada. O kadar uykum vardı ki, yorgunluktan el arabamızın tekerlerinin dibine yığılıp kalmışım, orada uykuya daldım.

      Şangır şungur şangır şungur…

      “Hey Latif neredesin? Latif, neden cevap vermiyorsun? Hani gidip gezecektik, neden gelmiyorsun?”

      Şangır şungur şangır şungur…

      “Latifçiğim, sesimi duyuyor musun? Benim, Deve! Seni götürüp gezdirmek için geldim. Hadi kalk da gidelim…”

      Deve, balkonun altından geçerken, uykudan uyanıp fırladım ve o yükseklikten atlayıp sırtına bindim. Neşem yerindeydi şimdi:

      “Geldim, sırtına bindim artık. Daha ne diye bağırıp çağırıyorsun?”

      Beni görünce Deve de neşelendi, bir yandan ağzındaki sakızı çiğneyip geviş getirirken, sakızın bir kısmını da bana verdi. Birlikte yola koyulduk. Biraz yol almıştık ki Deve, başını çevirdi:

      “Gelirken senin mızıkanı da getirdim yanımda, al şunu da biraz çal, giderken dinleyeyim.”

      Güzelim mızıkamı Deve’den aldım ve oldukça keyifli bir şekilde çalmaya başladım. Deve de boynundaki büyük ve küçük çıngırakları şangırdatarak, mızıkamla çaldığım müziğe eşlik ediyordu.

      Deve, başını benden yana çevirdi:

      “Latif, akşam yemek yedin mi?”

      “Yok yiyemedim. Param yoktu.”

      “O zaman, önce gidelim akşam yemeği yiyelim.”

      O sırada beyaz bir tavşan üstümüzdeki ağacın tepesinden aşağı atladı:

      “Sevgili Deve, bu akşamki yemeğimizi villada yiyeceğiz. Ben önden gidip diğerlerine de haber vereyim. Siz de arkadan gelirsiniz.”

      Tavşan, elinde tutup kemirdiği havucun geri kalanını akan suya attı ve zıplaya zıplaya yoluna gidip, uzaklaştı.

      Deve:

      “Villa dediği yer neresidir, biliyor musun?”

      “Sanıyorum yazlık bir ev falandır.”

      “Yok, yazlık ev değil. Zengin insanlar, havası ve suyu güzel olan manzaralı yerlerde, kendileri için saray gibi evler yaptırırlar. Bu villalara her canları sıkılınca veya istirahat etmek istediklerinde gider dinlenirler, keyif yaparlar. İşte bu tür saray yavrusu evlere villa derler. Bu villaların çok büyük alanları, ağaçlar ve çiçeklerle dopdolu güzel bahçeleri de olur elbette. Bir sürü uşaklar, hizmetçiler, aşçılar, bahçıvanlar da olur böyle villalarda. Bazı milyoner zenginlerin yurt dışında birkaç ülkede de villaları olur. Mesela İsviçre ve Fransa’da… Şimdi biz de Tahran’ın kuzeyindeki bu tür bir villaya gideceğiz, orası serindir, şu yaz sıcağında daha keyifli olur.”

      Deve bunları söyledikten sonra birden yükseldi, tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde yükselip uçuyordu. Güzelim evler bahçeler ayaklarımızın altında kalmıştı artık. Ne hava kirliliği ne sis ne de toz duman vardı bu yükseklerde. Evler ve sokaklar yukarıdan öyle güzel görünüyordu ki bir an film seyrediyorum hissi verdi bana. Sonunda Deve’ye,

      “Tahran’dan dışarı çıkmış olmayalım?” demek zorunda kaldım.

      “Niye böyle düşündün?”

      “Çünkü Tahran’ın bu taraflarında hiç hava kirliliği ve sis yok. Hem bütün evler kocaman ve çiçek gibi tertemiz.”

      Deve gülerek cevap verdi:

      “Çok haklısın Latifçiğim. Tahran’ın gerçekten de iki ayrı yüzü var ve her ikisi de birbirinden o kadar ayrı ki… Şehrin kuzeyi ve güneyi… Tahran’ın güneyinde kirlilik, sis, toz duman, ne ararsan var; kuzey tarafı ise tertemiz. Çünkü bütün eski püskü otobüsler güney tarafında çalıştırılıyor. Bütün tuğla ocakları o tarafta. Kalitesiz yakıtla çalışan bütün eski arabalar, kamyonlar o tarafta çalışıyor bütün gün. Güney tarafının hemen hemen bütün yolları taş toprak hâlâ. Kuzey mahallelerinin bütün pis ve atık suları kanallarla güneye akıtılıyor. Sonuçta ne oluyor? Güney tarafı, aç, sefil ve perişan insanların doldurduğu mahallelerden