Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

ki neredeyse midem delinecek sanmıştım.

      Tam altımızda büyükçe bir bahçe uzanıyordu. Rengârenk ışıklar içinde, insana ferahlık veren, serin ve huzurlu bir çiçek bahçesiydi. Bahçenin tam orta yerinde bir gül demeti gibi kondurulmuş zarif bir köşk, köşkün birkaç metre ötesinde kocaman bir havuz görünüyordu. Tertemiz suyun içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Havuzun hemen yanı başında masalar ve sandalyeler vardı. Masaların üzerine çeşit çeşit nefis görünüşlü yemekler konulmuştu, her birinin kokusu insanı mest edecek kadar güzeldi.

      Deve:

      “Hadi aşağıya inelim. Akşam yemeğimiz hazır.”

      “Peki, bu bahçenin ve villanın sahibi nerede?”

      “Onu hiç düşünme sen. Elleri bağlı şekilde, evin bodrumuna atıldı.”

      Deve’m, havuzun kenarındaki rengârenk çinilerin üzerine indi, sonra çöktü, ben de aşağı indim. Tavşan hazır bekliyordu, elimden tuttu ve bizim için hazırlanmış olan masalardan birinin yanına götürüp, etrafı gösterdi. Kısa bir süre sonra konuklar da gelmeye başladı. Oyuncaklar otobüs ve minibüslere binmişti, bazıları da uçak ve helikopterlere… Eşekle kaplumbağa, deve yavrularının kuyruğuna yapışmış, maymunlar oradan oraya zıplayıp sallanarak, tavşanlar ise zıplaya zıplaya geliyordu. Sonunda bu ilginç ve merak uyandıran misafirler topluluğu, sadece kokusu bile insanın ağzının suyunu akıtan yemeklerle dolu masalara ulaşmıştı. Çeşit çeşit kebaplar, dolmalar, pilavlar, kavurmalar ve benim adını sanını tanıyıp bilemediğim nice yemeklerle doldurulmuştu masaların üzeri. Her çeşit meyve, masalardan yere taşacak kadar bol bol vardı.

      Bu sırada, Deve, bir baş ve boyun hareketiyle, havuzun etrafındaki masalarda oturmuş olan tüm konukları susturdu ve konuşmaya başladı:

      “Büyük ve küçük tüm misafirlerimizi hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek selamlıyorum. Şimdi size bu önemli gecede neden ve kimin onuruna bu büyük şöleni tertip ettiğimizi söylemek istiyorum. Tahmini olan var mı?”

      Eşek:

      “Latif için. İstedik ki o da bir gün olsun şöyle doyasıya yemek yiyebilsin. Midesi dolsun ve güzel bir yemeğe hasret kalarak yaşamasın.”

      Ayı, kafesinin parmaklıkları ardından,

      “Latif, sürekli mağazaya gelip bizi seyreder, biz hepimiz onu çok seviyoruz.” dedi.

      Kaplan,

      “Öyle tabii, Latif hep bizimle birlikte olmayı isterdi, biz de ona eşlik ettiğimiz için çok mutluyuz.” diye cevapladı Ayı’yı.

      Aslan:

      “Evet. O zengin çocukları bizim gibi oyuncaklardan çok çabuk bıkıyorlar. Çünkü zengin babaları o çocukları sürekli yeni oyuncakçılara götürüp farklı oyuncaklar alır. Çocuklar da eski oyuncaklarıyla bir iki sefer oynadıktan sonra, kaldırıp bir köşeye atar ve bizden vazgeçerler. Biz de bir köşede öylece kalır, çürür gideriz.”

      Ben de hepsine birden seslendim:

      “Eğer siz, hepiniz yani, benim oyuncaklarım olsaydınız, emin olun sizden hiç bıkmazdım. Her zaman sizinle vakit geçirip oynardım ve asla yalnız bırakmazdım sizi kendi hâlinize.”

      Bütün oyuncaklar tek bir ağızdan cevap verdiler:

      “Biliyoruz. Biz seni çok iyi tanıyoruz. Ama senin olamayız. Bizi çok pahalıya satıyorlar.”

      Sonra içlerinden biri konuştu:

      “Maalesef babanın bir aylık kazancı bile içimizden bir tanemizi almaya yetmez.”

      Deve herkesi susturdu:

      “Evet, şimdi asıl konumuza dönelim tekrar. Hepinizin sözlerine katılıyorum, hepsi doğru. Lakin bu gece bu şölene ne için davet edildiğimize ve buraya niye toplandığımıza hiçbiriniz değinmedi.”

      Ona ben cevap verdim:

      “Beni buraya niçin getirdiğinizi biliyorum. ‘Bak Latif, herkesin babası seninki gibi aç biilaç, sersefil bir yol kenarında yatıp kalkmıyor.’ demek için getirdiniz beni buraya.”

      Birkaç erkekle kadın, uzakça bir masada oturmuş, hızlı hızlı yemeklerini yemekteydiler. Bunların, o villanın hizmetçileri ve çalışanları olduğu belli oluyordu. Sonunda ben de yemeye başladım. Ama okadar çok yememe rağmen, sanki midemde bir kara delik varmış gibi bir türlü önümdekileri bırakamıyor, bir türlü doyamıyordum. Midemden sürekli gurultular geliyor gibiydi. Tıpkı ölecekmişçesine acıktığım o günlerdeki gibiydi hâlim. Sonra aklıma düşte olabileceğim endişesi geldi, acaba rüyadaydım da o yüzden mi doyamıyordum? Ellerimle gözlerimi yokladım. Her ikisi de gayet güzel yerindeydi. Sonra kendime sordum, “Acaba rüyada mıyım ben?” Hayır, rüyada değildim. Çünkü rüya görenlerin gözleri açık olmaz ve etraflarını göremezler. O hâlde neden bir türlü yemeye doyamıyordum? Midem niye hâlen daha kazınıyordu?

      Sonra, kalktım ve etrafı gezmeye başladım, evin etrafında bir tur attım, duvarlarına ve dış cephesinde kullanılan kıymetli taşlara dokundum. O sırada, aniden, nasıl oldu nereden geldi bilemiyorum, bir toz bulutu gelip yüzüme çarptı. Villanın bodrumuna iniyordum, muhtemelen bu toz oradan geliyordu. Daha ilk basamaktayken gelip ağzıma burnuma doluşmuştu bu tozlar ve hıçkırttı beni, hapşırdım. Kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben?” diye soruyordum.

      Sokakları temizleyen işçinin süpürgesi tam suratımın önünden geçti ve kaldırımda ne kadar toz toprak varsa getirip ağzıma burnuma doldurdu.

      Yine kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben, hepsi rüya mıydı yoksa?” diye sordum.

      Ama uykuda değildim. Önce babamın el arabasını gördüm, ardından önümden gelip geçen taksilerin ses ve gürültüsünü duydum. Sonra da sabahın alaca karanlığında kaldığımız dört yol kenarındaki duvar dibinin etrafında sıralanmış sıra sıra binalar ilişti gözüme. Demek ki rüyada değildim. Süpürgeci önümden geçip gitmişti, ama kaldırımda süpürerek ilerledikçe havaya kalkan toz toprak hâlen daha yüzüme geliyor, kaldırımda yol yol iz bırakıyordu.

      Kendi kendime,

      “O zaman tüm bunları düşümde mi gördüm… Yoksa hepsi mi düştü… Öyle ya, düş görmüşüm… Hayır, hayır hayır!” diye hayıflanıyordum.

      Süpürgeci geçip gitti ve arkasına dönüp bana baktı. Babam ise el arabasının üstünde yattığı yerden aşağıya eğilip,

      “Latif, uyuyor musun?” diye sordu.

      “Yok, yok…” diye cevapladım.

      Babam:

      “Uyumuyorsun madem, ne diye bağırıyorsun o zaman? Yukarıya gel de yanımda yat.”

      Babamın yanına uzandım. Babamın uzattığı kolunun üzerine başımı koydum, ama uykum gelmiyordu. Kazınıp duran midem o kadar boştu ki karnım doğrudan sırtıma yapışmış gibiydi. Babam uykumun gelmediğini görünce,

      “Gece geç kaldın, ben de çok yorgundum, uyuyakaldım.” dedi.

      “Yolda gelirken iki tane araba kaza yaptı. Ben de durup onlara bakarken geç kaldım.”

      Bir süre sonra babama dönüp sordum:

      “Baba, develer hiç konuşur mu veya uçabilir mi?”

      “Yok, ne konuşur ne de uçarlar.”

      “Doğru, devenin kanadı yok ki zaten…”

      “Oğlum neyin var senin? Her sabah uykudan kalktığında deveden bahsedip duruyorsun.”

      O sırada başka bir şey düşünüyordum ben:

      “Zengin