Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

bakayım dedim. Ne ayakkabısı! Mahmut fırıldağı ayakkabı falan giymemişti ki! Akşamın karanlığında dışarıdan bakılınca ayakkabı sanılsın diye ayaklarını simsiyah bir boyayla boyamıştı sadece. Acayip düzenbaz bir oğlandı…

      Mahmut, altı kişilik zar oyunu oynamayı teklif etti. Benim cebimde dört bin vardı. Kasım ne kadar parası olduğunu söylemedi. İki herifte beş binlik vardı. Piyangocu Ziver’in oğlunda da bir tümenlik vardı. Ahmet Hüseyin’de zaten hiç para olmazdı. Az ileride kapalı bir dükkân vardı. O dükkânın önüne gidip oturduk ve zar oyunu oynamak için halka olduk. Önce, kimin başlayacağını belirlemek için bir zar attık. İlk atışı piyangocunun oğlu yapacaktı. Zarı attı. Beş geldi. Sonra sıra Kasım’daydı. Zarı attı, altı geldi. Ziver’in oğlundan bir kıran aldı. Sonra zarı bir daha salladı, ama bu kez olmadı. Zarı Mahmut’a uzattı, ona da dört geldi. Kasım’dan iki kıran aldı, ellerini sevinçle ovuşturdu ve “Allah bereket versin.” dedi.

      Böyle böyle ikili gruplar hâlinde zar oyunu oynamaya devam ettik.

      Kaldırımda yürüyen şık giyimli iki genç bize doğru yaklaşıyordu osırada. Ahmet Hüseyin hemen onlara doğru koştu ve dilenmeye başladı:

      “Bir kıran… Bir kıran beyim… Allah rızası için…”

      Adamlardan biri Ahmet Hüseyin’i eliyle ittirdi ve kendinden uzaklaştırdı. Ahmet Hüseyin ise yılmadı, hemen harekete geçip tekrar önlerini kesti:

      “Beyim bir kıran… Sadece bir kırancık başka bir şey değil… Allah rızası için…”

      Şimdi bizim önümüzden geçiyorlardı. Gençlerden biri Ahmet Hüseyin’i boynundan tuttu ve havaya kaldırdı, sonra da caddeyle kaldırımı birbirinden ayıran demir korkulukların üzerine, karnı üstüne gelecek şekilde astı. Ahmet Hüseyin’i öyle bir asmıştı ki kafası caddeye bakıyor, ayakları ise kaldırım tarafından sarkıyordu. Ahmet Hüseyin kolları ve bacaklarıyla birkaç saniye çırpınıp durdu, sonunda ayaklarını kaldırımın üstüne basabildi ve düzelip ayağa dikildi. Kaldırımın sol tarafından şimdi iki genç kız, ortalarına genç bir oğlanı almış, güle eğlene gelmekteydiler. Kızların üzerinde kısa elbiseleri vardı ve çocuğun iki yanında yürümekteydiler. Ahmet Hüseyin yine hemen atıldı, kızların birine yaklaşıp dilenmeyi sürdürdü:

      “Allah rızası için bir kıran verin hanımefendi… Çok açım… Bir kırancık sadece… Allah rızası için… Hanımefendi bir kıran!”

      Kız hiç oralı olmadı. Ahmet Hüseyin yalvarmaya devam etti. Kız bu kez çantasına elini attı ve içinden para çıkartıp Ahmet Hüseyin’in avucuna koydu. Ahmet Hüseyin, ağzı kulaklarına varmış bir şekilde yanımıza geldi, “Ben de zar atıyorum.” dedi.

      Piyangocu Ziver’in oğlu:

      “Paran nerede?”

      Ahmet Hüseyin sıkılı avucunu açtı ve parayı gösterdi. Avucunun içinde bir on binlik vardı.

      Kasım:

      “Yine mi dilencilik yaptın?”

      Kasım, Ahmet Hüseyin’i dilencilik ettiği için ayıpladıktan sonra, vurmak için elini kaldırdı. Ama Mahmut ona engel oldu. Ahmet Hüseyin bir şey demedi. Kendisine bir yer buldu halkanın içinde ve oturdu. Ayağa kalktım,

      “Ben dilencilerle zar falan atmam.” dedim.

      Cebimde kalan para bir kırandan fazla değildi hâlbuki. Baştaki dört binliğimin üç binini oyunda kaybetmiştim. Mahmut da epeyce kaybetmişti,

      “Zar oyunu bu kadarlık yeter, biraz da duvar dibi oynayalım.” dedi.

      Kasım bana döndü:

      “Bu tür laflar edip yine oyunbozanlık ediyorsun!”

      Sonra da ortaya sordu:

      “Zar atma sırası kimde?”

      Kör oğlan:

      “Sen kendi kendine oyna. Biz duvar dibi oynayacağız.”

      Ziver’in oğlu, Kasım’ı göstererek cevap verdi:

      “Bu herifle zar atılmaz ki! Zar nasıl olur da her seferinde beş veya altı gelebilir? Hile var bunda! Başka bir oyun oynayalım.”

      Ahmet Hüseyin:

      “Olabilir.”

      Mahmut:

      “Olmaz, duvar dibi oynayalım.”

      Cadde yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Caddenin karşı tarafındaki mağazalardan birkaç tanesi kapatmıştı bile. Oyuna başlamak için, kaldırımın yol tarafındaki ucundan duvarın dibine doğru, her birimiz birer kıranlık bozukluğu atmaya başlamıştık. Bozukluklar duvarın dibine yığılmaya başlıyordu ki Ahmet Hüseyin’in bağıran sesi duyuldu:

      “Polisler geliyor!”

      Polis, elinde tuttuğu copuyla birkaç adım ötemizde dikiliyordu. Ben, Ahmet Hüseyin ve tek gözlü oğlanla birlikte topukları yağladık. Mahmut’la Ziver’in oğlu da arkamızdan koşuyorlardı. Kasım, duvarın dibine attığımız paraları toplamak için ağırdan alınca polise enselendi. Polis copu vurunca, Kasım çığlığı bastı ve o da hemen topukladı. Polis onun arkasından bağırıyordu bize:

      “Ulan kumarbaz aylaklar! Sizin eviniz aileniz yok mu? Ananız babanız yok mu ulan!”

      Sonra da eğilip, duvar dibindeki bizim bir kıranlıkları topladı ve savuşup gitti.

      Kaçarken dört yol ağzını geçtiğimde, bir de bakmışım ki tek başıma kalmışım. Cadde üzerindeki kebapçı kapatmıştı dükkânı. Geç kalmıştım. Her akşam, kebapçının çırağı dükkânın kepenklerini yarıya indirirken, tam burada buluşurduk babamla. Caddelerden ve yol ağızlarından hızlı hızlı yürüyüp geçtim, bir yandan da kendi kendime,

      “Babam şimdi uyuyakalmış olmalı, keşke oturup bekleseydi beni burada… Şimdi kesin uyuyakalmıştır.” diye düşünüyordum. Bir süre sonra, etrafı seyredip yürürken yine düşünceler aklıma hücum ediyordu:

      “Peki ya oyuncakçı dükkânı? O da kapatmıştır artık. Hem gecenin bu saatinde kim gider de oyuncak alır ki? Muhtemelen, mağazanın önünde beni bekleyen oyuncak deveyi de dükkânın içine sürmüşler, kapıyı da üstüne kapatmışlardır. Keşke mümkün olsaydı da şimdi devemle birkaç kelime konuşabilseydim. Allah vere de dün akşam sözleştiğimiz şeyi unutmasa bari… Ya yanıma gelmezse? Yok, olmaz. Muhakkak gelecektir. Daha dün akşam demişti, yarın akşam yanına gelip seni sırtıma bindireceğim ve birlikte tüm Tahran’ı gezeceğiz, diye. Deveye binmek de ne büyük keyiftir şimdi ha!”

      Tam o anda, birden acı bir fren sesiyle irkildim, havaya uçuverdim, öbür tarafa yolcu olduğumu düşünmeye bile başladım bir an. Yere düştüğümde anladım ki caddenin ortasında bir araba bana çarpmıştı, ama bir yerime bir şey olmuş da değildi. Ayağa kalkıp üstümü başımı çırpacaktım ki arabadan bir baş uzandı ve bana doğru bağırmaya başladı:

      “Çekil git arabanın önünden be! Ne diye dikiliyorsun orada hâlâ?”

      Bu ses beni birden kendime getirdi. Arabanın direksiyonunda oturan, süslü püslü yaşlıca bir kadındı. Hemen yanında da iri yarı bir köpek vardı, asık suratıyla dışarıyı izliyordu. Boynundaki tasması ışıl ışıl parıldıyordu. O sırada kendi durumumu ve ne yapmam gerektiğini hızla zihnimden geçiriyordum. Eğer hemen şimdi bir şey yapmayacak olursam, örneğin kalkıp arabanın camını falan kırmayacaksam, daha sonra sinirlenmem biraz yapmacık olacaktı ve yerimden kalkabilmem daha da güçleşecekti.

      Yaşlı kadın bir iki sefer daha kornaya bastı ve bana bağırmaya devam etti:

      “Kör