Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cadı


Скачать книгу

çıkıştım. Zavallı Çerkez, anasının, babasının, bütün soyunun namus ve şerefini tanık tutarak, en büyük antlarını içerek bu yemişlerden bir tanesini bile kendisinin vermemiş olduğuna beni inandırmaya çalıştı. Kaynanam da içinde olmak üzere evde ne kadar insan varsa hepsi Tanrı’ya antlar içerek çocuklara yemiş verenin kendisi olmadığını söylemekte ayak dirediler. O hâlde kim veriyordu? Bu kadar yiyecek kudret helvası gibi çocukların önüne gökten inmiyordu ya? Elbette biri getirip veriyordu. Çocuklar bu kadar çeşitli yemişleri sokaktan alıp gelecek birer yaşta değildiler. Önlerinde, Beyoğlu’ndan başka bir yerde bulunmayan fondanlar,5 bonbonlar vardı. Oğlan beş, kız dört yaşındaydı. Ellerine para da verilmiyordu. Ev halkı içinde andını bozan biri var ama hangisi? Bir süre bunu keşfe uğraştım, bir şey elde edemedim. Çocukların önüne, yemiş, her gün çeşidi artan bir bollukla geliyordu. Bu tuhaflığı, iyiden iyiye merak ettim. Bir gün çocukları odalarında yalnız buldum. Her ikisini de sevdim, okşadım. Önlerindeki kuru üzümle fındıktan birer tane alıp ağzıma atarak:

      “Ah ne güzel yemişler!.. Bunları size kim veriyor?”

      Oğlan, şüphe veren bir gülümsemeyle beni süzdükten sonra:

      “Ay, kimin verdiğini bilmiyor musun?”

      “Ne bileyim yavrum…”

      “Gülendam söylemedi mi?”

      “Söylemedi…”

      Nesip, bu önemli sırrın açığa vurulmasındaki sakıncanın derecesini anlamak için sanki danışıyormuş gibi Ragıbe’nin yüzüne baktı. Kız pek masumca bir gülümsemeyle karşılık verdi. Oğlan elindeki kaymaklı çikolotayı birkaç kez evirip çevirdikten sonra doymuş bir kedinin son lokmayı yemekte gösterdiği duraksama ve nazlanma ile ağzına götürdü. Ağır ağır çiğnediği sırada o yarı dolu ağızla ve güç anlaşılır bir söyleyişle:

      “Bu yemişleri bize annem getirir.”

      “Büyükannen mi?”

      “Yok…”

      “Ya hangi annen?..”

      “Cadı annem.”

      “O nasıl lakırtı oğlum!.. Sizin benden başka anneniz var mı?”

      “Ne darılıyorsun?.. Bizim asıl annemiz sen değilsin… İşte odur!.. Senin gibi böyle yalancı anne bu eve kaç tane geldi gitti…”

      “Sizin sahici anneniz nerede oturur?..”

      “Rumelihisarı’ndaki mezarlıkta… Geceleri oradan çıkar. Bize sepetle yemiş getirir… Bizi kim döverse cadı annem onu boğar… Hele döv de bak sana ne yapar!..”

      7

      Gülendam’ın Saflığından Yararlanmaya Girişme

      Çocukların yanından çıktım. Fakat oğlanın sözlerini zihnimden çıkaramıyorum! Aldı beni bir merak. Kime başvurayım? Kiminle dertleşeyim? Çocukların cadı anneleri gece Rumelihisarı’ndaki mezarlıktan çıkar, sepetle yemiş getirirmiş! Her ne sebeple bu yanlış anlayışa kapılmışlarsa çocuklarda böyle çocukça kanılar doğabilir… Fakat ben koskoca kadın, bunu dinleyerek kime karşı korkumu, telaşımı açabilirim? Sonra benim, akılca beş yaşındaki çocukla bir ölçüde bir zavallı olduğuma gülmezler mi? Ta efendiden uşağa kadar bir ev halkının alayına uğramaz mıyım? Bu öyküyü kime anlatsam tuhaflıktan uzak bulmaz. Fakat meselenin sonucu öyle değil… Bu, benim için hem doğruya hem yalana olanağı bulunan bir önerme… Zaten ortada bir cadı söylentisi var. Önce buna ilişkin sözlerden kuşkulanmak benim için büsbütün anlamsız bir kuruntu sayılamaz. İkincisi çocuklara bunca yemişi kim getiriyor? Bilmece biçiminde gördüğüm bu konuyu aydınlatmak için ev halkından başvurmadığım kimse kalmadı. Doyurucu bir karşılık alamadım. Çocuğun, yapmacık bir düşünceden uzak görünen o masumca sözlerinde benim şüphelerimi, korkularımı okşayacak bir gerçek kokusu buluyorum. Bana öyle geliyor. Aslı ya var ya yok fakat işte cadı ile ilgili bir ipucu… Ama bu işi nasıl derinleştirebileceğim?.. Bir iki gün düşündüm, taşındım… Yine çocukların dadısı Gülendam’a başvurmayı uygun buldum. Çünkü Gülendam hemen bir çocuk kadar saf ve sade yaradılışta bir Çerkez’di. Bu başvurmada bir ustalık da düşündüm. Sorgu yoluyla değil, düpedüz başvurmayı kurdum. Yani cadının varlığı hakkında şüpheli bir soruyla değil, bunu ispat edecek bir yolda söze girişmeyi kararlaştırdım. Böylece Gülendam’ın saflığından yararlanabilmek daha çok umulurdu.

      Uygun bir vakitte dadıyı yalnız bir odaya çekerek yapmacık bir heyecan gösterisiyle dedim ki:

      “Aman kalfacığım, başıma geleni sorma…”

      Bu sözümün ardından baygınlık geçirir gibi duvara dayandım. Gözlerimi anlamlı ve ürkek bir susuşla kalfanın göz bebeklerine diktim. Anlatacaklarımı sürdürmekten pek çok korkuyormuşum gibi bir süre sustum. Onu hipnotizma eder gibi bir durum takındım. Gülendam’ın da yüzünde çarpıntı ve merak izleri belirdi, hemen sordu:

      “Zavallı hanımcığım, ne geldi başına?..”

      “Benden önce bu eve gelen hanımların başlarına ne geldiyse bana da o geldi…”

      “Hay Tanrı’m esirgesin!.. Sana da mı?..”

      “Evet bana da gözüktü…”

      “Nerede?”

      “Bu gece taşlıkta…”

      “Nasıl?..”

      “Elinde koca bir sepet vardı…”

      “Ha yemiş sepeti… Çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz.”

      “Çocuklara yemişi o mu getirir?”

      “Öyle ya! Başka kim getirecek?..”

      “Sen onu görür müsün? Sana lakırtı söyler mi?”

      Bu iki soruma karşı kalfa birdenbire sustu. Gafil avlanmış olduğunu anladı. Büyük bir ihtiyatsızlık ve tuhaf bir dalgınlıkla ağzından kaçırmış olduğu sözleri şimdi boşuna düzeltmeye yol arayarak:

      “Onu görüyor musun, dedin… Kimi?”

      “Çocuklara yemiş getireni…”

      “Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok ki. Herkes bir türlü yemiş getiriyor. Sonra getirdiklerini inkâr ediyorlar… İçyüzü anlaşılmıyor.”

      “Canım Gülendam, şimdi ‘O çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz…’ diyen sen değil misin?”

      “Hanımcığım, bir dalgınlığıma gelmiş… Affedersin… Sorunuzu anlamadan aptalca bir cevap kaçırmış olmalıyım… Bugünlerde zihnim pek dağınık… Anlamsız lakırtı söylediğim çok oluyor.”

      “Yok yok Gülendam… Ben seninle ciddi konuşuyorum… Böyle ağır bir konuda iki türlü lakırtı söylemeyi ben senin terbiyene, kalfalığına veremem. Ben senden Allah için bir şey sordum. Sen de bana yine Allah için dosdoğru cevap vermeli, bu meselede ne biliyorsan söylemelisin! Tanrı bir, söz bir, lakırtını değiştirme…”

      Gülendam, sıkıntı çizgileriyle yüzünü buruşturup bir süre sustuktan sonra:

      “Hangi efendiye kul olacağımızı şaşırdık. Hanımcığım, darılma. Bu evde biz de emir kuluyuz… Ne derlerse öyle yapmak zorundayız. Gizlenmesi söylenen bir şeyden söz açamayız…”

      “Artık bunun gizlisi, açığı kaldı mı? Taşlıkta bana gözüktü diyorum.”

      “Gözüktüyse pek iyi işte. Benden ne soruyorsun?”

      “Üstüme