Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cadı


Скачать книгу

ispata uğraşırdı. Örneğin o, pencereden kafesi sürer, destur demeden karanlıkta dışarı tükürür hatta bize inadına -sözüm meclisten ırak- süprüntülüğe abdest bozduğu bile olurdu. Ne çarpıldı ne bir şey oldu. Bizim ana kız, Naşit Nefi Efendi hakkında dönüp dolaşan bu korkunç söylentilerden korktuğumuzu görünce babam her ikimizi de sertçe azarladı. Bana dedi ki:

      “Kız Şükriye, ben sana böyle mi terbiye verdim? Böyle mahalle karısı hurafelerine inanmak için mi öğrenimine bu denli özen gösterdim?.. Onun bunun aleyhinde yalan ve bozgunculuk tellallığı eden birtakım ahlaksız iftiracı kimselerin yaydıkları zararlı şeylere inanıyorsun da benim sözlerime güvenmiyor musun? Hiç ölü dirilip de vakit vakit mezarını bırakarak insanlarla boğuşmaya çıkar mı?.. Eğer bu bir gerçek olaydı uygar uluslar ölülerden de asker alarak ölüler orduları kurarlardı. Hem bu ölü askerlere karşı top, tüfeklerin etkisi olmayacağından bu usulden yararlanmaya en önce başarı gösterecek ulus, cihanı baştan başa fethederek ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve gelecekte daha ne çeşitleri çıkacağı belli olmayan devletlerce birleşmelere bir son verdirir; dünyayı genel denge dırdırından kurtararak insan zihinlerine pürüzsüz bir rahatlık bağışlardı. Cadı! Nasıl şeymiş o? Mezarından çıkan bu yabancıyı görmek için Avrupa’da milyonlarla lira vermeye hazır deli Frenkler var. Fena mı? Sen bunu besbedava göreceksin! Görürsen bana da haber ver de fotoğrafisini çıkarayım. Cadının doğruluğunu tanıklarla bir resmî makama tasdik ettirebilsek bu resimlerden milyonlarca satıp pek çok şey kazanırız. Keşke bunun aslı olsa… Fakat olanağı yok. Saf yürekli eski insanların korktukları birçok şeylerden, şimdiki cin fikirli ahir zaman adamları, korkup ürkmek şöyle dursun para kazanacak yönler buluyorlar. Hint’te, Çin’de zavallı budala halkın Tanrısal bir nitelik vermekle kutsallardan sanarak gözlerini kaldırıp bakmaya korktukları putları Avrupalılar müzelerine taşıyarak, görülmemiş canavar seyrettirir gibi, halkın yadırgayan gözleri önüne koyuyorlar; yararlanmalarını sağlıyorlar. Naşit Efendi’nin eşi cadı olmuşmuş da geceleri kocasını rahatsız etmek için eve gelirmiş! Bu nasıl saçma… Eğer olanak evreninde böyle bir şey olsa Avrupalılar bu cadıları yakalamak için kim bilir ne ustaca tuzaklar, kapanlar yaparlardı? Telsiz telgrafla günlerce uzak yerlerden konuşan bu herifler hiç mezarlıktan cadı mı kaçırırlar?.. Kızım yavrum, bu lakırtılar nereden çıkmıştır? Sana orasını açıklayayım. Karının biri Naşit Efendi’ye varmak istemiş fakat efendi de besbelli, bazı kötü hâlinden dolayı almamıştır. Hıncından, gücenikliğinden bu saçmaları ortaya kapıp salıveren işte o kaltak olacaktır. İşin içyüzü böyle bir şey olmalı…”

      Şükriye Hanım, dinlenmek için okumayı biraz kesti. Yenge Emine Hanım’la, kılavuz kadın karşılarındaki anlatıcının, kendi sanışları gibi, aptal bir kadın olmadığını artık anladılar. Bu sezgilerini birbirlerine anlatmak için arada bir bakışıyorlardı. Hele kılavuz kadının artık itiraz sesi kesilmişti. Hikâyenin alt tarafının ne çıkacağını merakla dinliyordu.

      Şükriye Hanım, bu ilk satırların, dinleyicilerinde ne etki yarattığını anlamak için hepsinin yüzlerine birer araştırıcı göz attıktan sonra yine başladı:

      Babamın pek haklı görünen itirazlarına karşı gelemedik. Bizi her suretle inandırmayı başardı. Söz kesildi. Kısacık bir toplantı yapıldı. Düğünün böyle kısa kesilmesini de Naşit Efendi’nin, cadı eşinden korkusunun ve çekinmesinin şiddetine yordular. Bin türlü dedikodu, tuhaf yakıştırmalar, rivayetler içinde ben oraya gelin gittim. Babamın zihnimi kuvvetlendirmek için söylediği lakırtılara, verdiği güvencelere büsbütün inanmak istiyorum ama ben de henüz hayatın işlem yönünde bilgisiz, kimi şeyleri henüz kitap içinde görmüş, dünyayı Konya’yı anlamamış toy bir kızım. Ne yalan söyleyeyim, cadının korkusu, babamın en etkili öğütlerinden daha çok gönlümde yer tuttu. Gelin gittiğim yer, Rumelihisarı ile Baltalimanı arasında yıkıkça bir yalı. Eşim bana göre yaşlı fakat iyi bir adam. Beni gayet hoş tutmaya gayret ediyor. Ben de o zaman deli fişek bir kızım. Kocanın iyisinden, kötüsünden çok anladığım yok. Bu evlenmede hoşuma gitmeyen kimi yönler varsa da “Evlenme diye işte buna derler.” yerinmesiyle her şeye uyup gitmeye uğraşıyorum. Bir kaynanam var, çaçaron ama artık işi bitmiş. Pek yerinden kalkamıyor. Dizlerinde battaniyesi, önünde mangalı, üzerinde ıhlamur ibriği, öyle yerli kelli odasında oturur. Pek neşeli vaktinde hizmetçi İrfan Kadın’la bir iki kez peçiç oynar. Yanına girdiğim zaman beni yukarıdan aşağıya dek, kaynanalara özgü, kıskançlık ve gizli bir hınçla dolu bir bakışla dikkatli dikkatli süzer. İki de üvey çocuğum var: Ne-sip ile Ragıbe… Bunlar efendinin, cadı olduğu rivayet edilen ölü eşi Binnaz Hanım’dan olma. Çocukların dadısı Gülendam, bir de Salime adında göçmen hizmetçi kadın, selamlıkta aşçı, uşak falan var. Ev halkı bundan ibaret… Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir türlü yalıya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık geçitler… Aşağıdaki geniş taşlık, ev aletinden daha çok bir ayazmayı andırır. Gamlı bir loşluk içindeki duvarlarından şıpır şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtülü sandal, iç sıkan görüntüsüyle burasını cami tabutluklarına benzetir… Oynak dalgalar üzerinde oynayan ışınlar, denize bakan pencereden güherçileli duvarlarda yansıdıkça kumaş kumaş titreşimler yaparak insanın etrafında görünmez varlıklar dolaşıyor gibi yüreklere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar sokağın öbür yanı dağdır. Duvar dikliğinde sarp kayaların üzerinde yetişmiş bodur ormanlık loş ve esrarlı gölgeleriyle yüreklere kuruntu doldurur. Yalının penceresinden başımı kaldırıp, insanın üzerine yıkılacak sanılan bu koruluğa bir göz atınca ormanın bütün yılanı, çiyanı, ifriti, perisi yukarıdan bana bakıyorlar sanırım. Güneş, ay hep o yanda söner… Fırtına zamanlarında umacıya benzeyen kara bulutlar türlü korkunç biçimlerde hep oradan baş gösterir. Bu dik koruluğa bakıp bakıp kendi kendime “Cadı karı gelse gelse her hâlde bu kayaların arasından, bu loşlukların içinden, insandan çok vahşi yaratıklara, kuşlara, ine, cine yuva olan bu gizli yerlerden inip gelir.” diyordum. Gelinliğimin üzerinden bir buçuk ay kadar geçti. Henüz cadıdan iz yok. Fakat evin içinde bir fısıltı var. Benden gizli sözler oluyor. Ben odadan içeri girince lakırtı kesiliyor veya konuşmanın yolu değiştiriliyor. Kaynanamın benden en büyük dileği çocuklarıma iyi bakmak, onları öz evlat gibi bağrıma bastırmak hatta cuma ve pazartesi geceleri rahmetli ortağımın ruhuna Yasin-i Şerif okumak… Kimi kez bu sözlerini şaka ile karıştırarak derdi ki:

      “Ortak ortağa rahmet okumaz ama ne yaparsın kızım! Yalnız dirilerle değil kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekiyor…”

      Kaynanamın bu sözünden ben pirelenmeye başladım. Acaba ne demek istiyordu? Kimi kez ölülerle bile hoş geçinmek gerekliymiş!.. Ölülerden maksadı ortağım Binnaz Hanım olacak… Hoş geçinmezsem ne olacak? Cadı gelip beni boğacak mı? Öksüzlere kendimi sevdirmeye uğraşıyorum. Fakat ne yapsam bir türlü bana ısınmıyorlar. Yan yan öçlü gözlerle bakıyorlardı. Hizmetçiler elinde büyüdüklerinden öyle de arsız alışmışlar ki insan on dakika yanlarında bulunsa ettikleri terbiyesizliklerden sıkılır, boğulur. Bunların terbiyesizliklerine biraz dikkat etmesi için dadıları Gülendam’a bazı öğütlerde bulundum. Dadı beni ürkek bir bakışla süzerek:

      “Hanımcığım, bu çocuklar işte böyle kendi kendine yetişen bir hâlde büyüyecekler.”

      “Niçin?”

      “Çünkü onlara gülle dokunmaya gelmez…”

      “Neden?”

      “Dokun da neden olduğunu anlarsın!..”

      “Söyle canım, ne olurmuş?”

      “Bu evde doğru söyleyici beni koymadılar ya! Başkalarına