Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cadı


Скачать книгу

karanlık düşüncelerinden baş kaldıramadı. Bu sorum karşılıksız kaldı. Ben sözlerimin üzerinde durarak:

      “Niçin cevap vermiyorsun?”

      O, yine dalgın dalgın:

      “Ne cevabı?”

      “O zavallı kadın nasıl öldü?”

      “Eceli gelmiş, ölmüş hanımcığım. Buna ne denir?”

      “Eceli mi gelmiş… Talihsiz hatun odasında, rahat döşeğinde mi can vermiş?..”

      “Bilmem!..”

      “Nasıl bilmem? Ölüsünü taşlıkta bulmuşlar.”

      “Hanım, sana doğruca bir şey söyleyeyim mi?”

      “Söyle.”

      “Sen bu lakırtıları ne kendi ağzına al ne de biri sana söylerse dinle.”

      “Neden?”

      “Çünkü bu lakırtıların sana faydasından çok zararı dokunur. Kendine acımıyorsan bari bana acı da beni daha çok söyletme.”

      “Gülendamcığım, kolay mı? Can pazarı bu!.. O zavallı kadını boğan cadı bana da saldırırsa?”

      “Tanrı’m göstermesin!”

      “Yalnız dua ile olmaz. O kara bahtlı kadını niçin boğdu? Suçu ne imiş? Bunu bileyim de ona göre sakınayım. Bilmeyerek o suçu ben de işlemeyeyim. İşte senden bunu rica ediyorum. Düşmanım değilsin ya?.. Sen de vicdan sahibisin. Beni korumak için bu konuda bildiğini söylemek, üzerine bir insanlık borcudur.”

      “Peki… Bu noktada istediğin öğüdü sana vereyim. Fakat işin öte tarafını eşelemeye kalkarsan ağzımdan başka bir söz alamazsın.”

      “Nedir o öğüdün?”

      “Ne türlü densizlik, arsızlık ederlerse etsinler sakın öksüzlere el kaldırma.”

      “Ölen ortağım, çocukları dövdüğü için mi o kötü akıbete uğradı?”

      “Artık bundan ötesine cevap veremeyeceğimi önce söyledim.”

      Gerçekten, bundan sonra ne sordumsa Gülendam’ı, girdiği suskunluk kalesinden çıkaramadım. Fakat artık bu susmanın ne değeri var? Gülendam, inkâr biçimindeki açığa vurmalarıyla merak ettiğim şeylerin önemli kısımlarını bana anlatmış; daha doğrusu o yarım, eksik sözleriyle, içyüzünü araştırmak yolundaki tasamı daha geniş ve acıklı bir alana götürmüştü… Ağız sıkılığında gösterdiği çaba, ters bir sonuç yaratmış, yani benim için en etkili bir derin anlatış yerine geçmiş ve söylememek istediklerini daha açıklıkla anlatmıştı.

      O yemişlerin çocuklara gece sepetle anneleri tarafından getirildiği, ölen günahsız bir ortağımın yine o cadının öçlü elleriyle boğulmuş olduğu, öksüzlere her kim uslandırmak için el kaldırırsa ölümle cezaya çarptırılacağı gibi tuhaf yönler hep kalfanın kanıları arasındaydı. Fakat Gülendam bu kanılarında yanılmıyor muydu? Bu kanıları hangi kesin gerçek üzerine kurulmuş olabilir? Bir ölü kadın, mezarından çıksın, herkes uykuda iken çocuklarına gece sepet dolusu yemiş getirsin… Kolay kolay her zihnin kabul edebileceği bir olay değil… Dünya kurulalıdan beri bu hortlak, cadı, vampir öyküleri var… Babamın bana verdiği eğitim ve öğretimin tersine haydi ben de cılız akıllı birçok insanlar gibi cadının varlığına inanayım. Fakat buna inanmakla meselenin bütün güçlükleri çözülmüş olmuyor ki… Cadı o yemişleri nereden buluyor? Senin, benim gibi çarşı pazara çıkıp para ile mi alıyor? Yahut oradan buradan çalıyor mu? Yoksa bu yiyecekler, öbür dünya ürünlerinden midir? Bunları cennet yahut cehennem bahçelerinden mi topluyor? Bunları düşündükçe zihnim karıştı. Meselenin içinden bir türlü çıkamadım. Bir düşünce dinçliğine eremedim vesselam! Babamın sözlerini, öğütlerini hatırlayarak cadıyı ve buna benzer her şeyi inkâr etmek istedim. Hayır, bu da olamıyordu. Çünkü Gülendam’la olan tartışmamız sırasında zavallı saf kadının gözlerinden saçılan korku ve dehşeti düşünüyordum. Bu ürküşü, bu korkusu o denli gerçek ve içtendi ki onun o hâlini görmekten bana da korku geliyordu. Hayır bunca söz, bunca söylenti, bunca korku ve çekinme köksüz olamazdı. Her hâlde bunun, ne olursa olsun, bir aslı var… Rahat edebilmek için her hâlde ben bu köke, bu asla ermeliyim… Çünkü bu, kuruntu da olsa bir yana atılacak bir iş değil. Bu hurafeler içinde dikkat gözünü açacak bir gerçek var ki o da yalının taşlığında boğulduğu söylenen günahsız ortağımın acıklı ölümü. Bu işin altını, üstünü araştırmazsam cadı saldırısına verilen böyle esrarlı bir ölüm tehlikesine uğramak benim için de düşünülebilir…

      8

      Bir Bilinmeyen Düşman

      Gülendam’dan anlayabileceğimi anladım. İşin pek güç olan sonu için kime başvurayım? Bu tuhaf meselede en çok bilgi sahibi olması gereken bir kimseye… O da kim?.. Her hâlde eşim Naşit Nefi Efendi…

      Can pazarı bu… Bu evde böyle şaşılacak, korkunç bilinmezler içinde yaşanmaz. Bir akşam eşime, çocuğun, gerçek önemini kavramaksızın masum bir dille bana söylediği birkaç cümleyi, sonra Gülendam’a başvuruşumda Çerkez’in gerçeği saklamak için kalkıştığı aşırı çaba ile beni eskisinden besbeter meraka düşürdüğünü ve bundan doğan bütün kaygılarımı anlattım. Korkunçluğu ne denli büyük olursa olsun, hiç çekinmeden gerçeği bana dosdoğru söylemesini diledim.

      Benim bu telaşlarıma karşı eşim gülmeye başladı. Fakat yüzüne dikkat ettim. Bir zoraki gülüş göstermeye uğraştığını fark eder gibi oldum. Yahut bana öyle geldi. Yüzümü okşayarak dedi ki:

      “Böyle çocukça kaygılarla boşuna üzülme, yorulma… Bana güven… Rahatına bak… Korkacak hiçbir şey yok. Hepsi yalan, hepsi saçma…”

      “Hayır, bu kadar dallı budaklı yalan olamaz, bu işin büyük küçük, yalan doğru her ne ise bir aslı var. Boşu boşuna bu kadar söz çıkmaz.”

      “Sizi kesinlikle temin ederim. Bütün bu sözlerin ne aslı vardır ne astarı.”

      “Sözünüze inanayım. Fakat bazı gerçekleri nasıl yorumlayacak veya açıklayacaksınız?”

      “Hangi gerçekleri hanım?.. Bu işte bir zerre gerçek yoktur.”

      Naşit Efendi, birdenbire kapıldığı heyecanın etkisiyle başından çıkardığı fesini ta karşıki mindere fırlatarak ağzından her nasılsa şu sözleri kaçırdı:

      “Hanım, emin ol bunda hiçbir gerçek yok. Yalnız melanet, hıyanet, şenaat var…”

      “Hah işte bu küçük açıklamanıza teşekkür ederim. Bu işin içinde her hâlde bir şey, bir sır olduğunu ben de seziyorum.”

      “Hayır, büyük bir sır da yok…”

      “Şimdi kullandığınız, ‘melanet, hıyanet, şenaat’ kelimeleri nereye yönelmiştir?”

      “Bir bilinmez düşmana…”

      “İşte pek güzel… Bu bilinmez düşman, deyimi de bir sırrı, belki de bazı önemli sırları, bilinmeyenleri kapsamaktadır… Korkusu altında bulunduğumuz tehlikenin derecesini belirtmek için bu ‘bilinmeyen düşman’ın içyüzünü anlamak isterim…

      “Bunun içyüzü hakkında size kesin bir şey söyleyemem. Çünkü benim de bu yolda olumlu bilgim yok…”

      “Bu düşmanın varlığını ne gibi eserlerin tanıtlığıyla anlıyorsunuz?..”

      “Aleyhimdeki dedikoduları, bu saçmaları,