Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cehennemlik


Скачать книгу

birer reverans ile ayrıldılar. Biri indi, öteki çıktı.

      Âlimyan meşhur Doktor Kalıpçıyan’ın daha onun derecesine erememiş bir taslağı idi. Hekimliğe ilk başladığı zamanlar vizitelerinden aldığı ücretlerin hemen yarısından çoğunu gazete ilanları ile şöhret kazanmaya sarf ederdi. Bu reklamların “Her hasta olan mutlaka kendini Doktor Âlimyan’a göstermelidir.” ve “Ömründe bir kerek (kere) nabzım Doktor Âlimyan’a veren marazlı adam asla gebermez.” ve “Doktor Âlimyan tıp ilmini Pariz’de (Paris’te) Sen Nehri suyu ile beraber içmiş bitirmiştir.” çeşidinden başlıklarını hep kendi tertip ederdi.

      İlanları şöyle konuşmalar yolunda yazardı:

      “Vah zavallı mecalsiz mahluk böyle miskin, dermansız nereye gidoorsun?”

      “Ecelden kaçmak için Doktor Âlimyan’a.”

      “Hastanız nasıl oldu madam?”

      “Onu ölümün zalim, kızıl pençeleri kavramış iken Doktor Âlimyan kurtardı.”

      “Doktor Âlimyan’a viziteyi veren, hastalığı onda (orada) bırakır çıkar.”

      “Feriköy Mezarlığı’na bugünlerde hiç cenaze gelmoor. Nedendir acap?”

      “Doktor Âlimyan onda (orada) oturoor da onu (onun) için!”

      Gazete okuyanlar her gün bir parçasını okuya okuya Âlimyan’ın hâl tercümesini tamamıyla öğrenmişler, Avrupa tıp fakültelerinden aldığı çeşitli tasdikname suretlerini okuya okuya ezberlemişler, onun daima kendinden menkul hekimlik muvaffakiyetlerine rast gelmekten artık yorulmuşlardı.

      Fakat gayretli doktor gazetelerdeki bu şatafatlı ilanların âleme duyurmasıyla da işi tam saymamış, bir elinde koca bir yılan, ötekinde bir kafatası, kendisinin gerçek büyüklükteki resmini bastırdığı iki metre boyunda boyalı yaftalar tertip ederek Beyoğlu’nda, İstanbul’da yapıştırmadığı duvar, köşebaşı, tahta perde, kapalı dükkân kepengi bırakmadı. Şehir halkı Âlimyan’ı bir de bu suretle suratından da tanımak zorunda kaldı.

      Hangi sokaktan geçseniz, ne tarafa baksanız, bir elinde yılandan asası, ötekinde ölü kafasıyla onu görmemenin imkânı yoktu. Ne kadar yürüseniz doktorun gür, çatık kaşları altındaki zoraki bir korkunçluk ile size bakan iri gözlerinin tehditlerinden kaçılamazdı.

      Sokakta, annelerinin yanında giden bazı çocuklar, atılacak gibi kıvrım kıvrım duran yılanın korkunç manzarasından ürküp ağlayarak “Anneciğim… Anneciğim… Yılan geliyor!” çığlığı ile kaçıştıkça kadınlar birbirine:

      “A hanım, yavrucuğumun hakkı yok mu? Yılan canlı gibi duruyor. Ne de koca meret… Hay kör olası, gözlerine bak gözlerine… İnsana nasıl bakıyor. Benim bile ödüm koptu gitti.”

      Bazı ümmi kocakarılar:

      “Bu yılanlı adam kim? Şerbetli mi acaba? Bu yılan onu niçin sokmuyor? Ahir zaman, ahir zaman… Kıyamet alametleri!”

      “Ben kardeşimin oğlunda çerçeveli bir resim gördümdü. Hacı Bektaş Veli başında tacıyla bir duvarın üstünde oturuyor. Karaca Ahmet Sultan Hazretleri de bir aslana binmiş, eline yılanı asa etmiş hışımla geliyor. Sonra Hacı Bektaş Veli duvara ‘Yürü ya mübarek!’ deyince duvar gürül gürül yürüyor. Kurbağayı kâh derede kâh karada vakvaklatan Tanrı’m… Nelere kadir değilsin.”

      “Hanım nine bu herif hokkabaz galiba. Bu yılanı oynatıyor da para kazanıyor. Kadınlara da oynuyor mu acaba? Seyri kaç para? Bizimki izin vermez ki gideyim.”

      İstanbul’a yeni gelmiş cahil bir Arnavut: “Piiii mori vay anasını… Bu herif yılandan korkmaz mı? Piştovum olaydı gebertirdim alimallah…”

      Esnaftan iki Ermeni:

      “Bizim Âlimyan Rupen’i gördün? Evvelden Samatya Kilisesi’nde zangoçluk eder idi. Sonra eczacı çırağı oldu. Şimdi de koskoca menşur (meşhur) bir doktor.”

      “Sus ol ahbar, altık (artık ) onun şanı ‘Rupen’ değildir, Frenklenmek için ‘Rober’e çevirdi. Mösyö Lö Doktor Âlimyan Rober… Şaka değil… Evvelden iki çeyrek vizite alır idi, müşteri bulamazdı. Şimdi iki mecidiyeye çıkardıysa daryesinde (dairesinde) hastalarını oturtacak yer bulamıyor… Âlem-i dünya böyledir. Ne kadar çalım eder isen insanın o kadar peşinden gelirler.”

      “O elindeki koca yılan ne içindir sanki? Bu yılan sizi ısırır ise ben iyi ederim demektir?”

      “Boş laf etme zo… Eczanelerden içeri girdiğinde, elinde birbirine dolanmış çifte yılan tutan, saç sakala karışmış ihtiyar bir herif tasviri görmezsin?”

      “He…”

      “İşte o moruk doktorların ağababasıdır. En evvel hekimliğe icat koyan odur.”

      “Vay babasına be… Ben bu ihtiyarı eczacının kayınpederi zanneder idim.”

      Bu resimler sokaklarda herkesin anlayış derecesine göre böyle türlü tefsirlere uğruyor, anlayana anlamayana da bin söz söyletiyor, Âlimyan halkın cahilleri üzerine de bu suretle tesir ediyordu.

      Doktor Âlimyan, memleket hekimlerinin iyileştirmekten âciz kalmış oldukları büyüklerden birinin inatçı bir baş ağrısını umulmadık bir talih ile kesmeyi becermişti. Ondan sonra şöhret merdiveninin ilk ve zor adımını atladı. Mesleğinin bahtiyarları arasına karıştı. Vücutça, sırık hamallarını imrendirecek iri yarı bir çapta idi. Fakat sakalını sivriltti, tek gözlük taktı. Jilesini, bonjurunu modaya uydurdu.

      Yalnız “Biz frengik lafı tek ederik!” düsturuna uymayarak lakırtıyı çok söyler, zarafet göstermek için cinası, kinayeyi çok sever, bunların hiçbirini ağzına yakıştıramaz. Hasılı şaklabanlığı şarlatanlığından çoktu.

      Hekimlikten çok kendine mahsus bir çeşit meddahlıkla Hasan Ferruh Efendi’yi oyalardı.

      Odadan içeri girdi. Gebers’in muayenesinden yorgun düşmüş olan hastasını bir köşede yine melankoliler içinde buldu. Ardı arası gelmez bir söz bolluğu ile ağzını açarak:

      “Vay efendim, yuvasında buz tutmuş bir kumru gibi onun orasında oturmuş da suspus ne düşünoorsunuz?”

      Hasta, hiçbir söz etmeden, eliyle kederinin sebebi olan kalbini işaret etti.

      Âlimyan: “Ha evet… O mahut alet bende de vardır. Babamda da var idi. Büyük dedemde de… Bütün canlı ve sağ mahlukatta ondan birer tane vardır. Korkulacak bir şey değildir efendim… Cenab-ı Hâllak onu yaratmış ise de işletmesini de bizden iyi bilir. Onun nasıl işler olduğunu merak edip de hiçbir vakit dinlememelidir. Çünkü kalp pek şakacı bir alettir. Gâh ü na-gâh21 durmuş gibi yaparak kendini dinleyen ile sanki mehtap eder. Efendim affedersiniz, size düpedüz bir laf edeyim? Çok kurcalanan saat şaşkına döner, doğru gitmez. Onu ile (onunla) asla oynamamalıdır. Çünkü biz vücudumuzun makinisti değiliz. Onu yaratan Allah öylece bir tertibe koymuştur ki, ayarına dokunmaya gelmez. Biraz geri kalır, ileri gider, altık (artık) o, onun işidir, bildiği gibi işletir. Menşur (meşhur) cenkçi Napoleon’un yüreği natura nizamından pek eksik işler idi. Büyük adamlarda bazan da öyle olur, ağırlaşır. Vücudun aletleri doğru işler ise buna ‘normal’, aykırı işler ise buna da ‘anormal’ derler. Bunları bilmek için sebepler içinde sebepler vardır ki hiç kimse bu kadar malumatı kafasının içine koyamaz, bızıklanır kalır. Vücudumuzda ne embubeler (borular), ne kanallar, ne supaplar, ne pistonlar, ne meydanlar, ne caddeler, ne çıkmaz sokaklar, ne kimyahaneler, ne süprüntülükler, ne molozluklar, ne deryalar, ne tarlalar, ne bostanlar vardır. Sanki burası mikropların oturdukları milyon