Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cehennemlik


Скачать книгу

şey duymaz. Bu işler her vakit kendi başına olur. Eğer her saniyedeki bu karışık harekâtların işletilmesini Rabb’imiz bize havale ede idi çok tembel adamlar bu işi etmeye üşenerek çabucak mefat (vefat) olurlardı. Biz yalnız yiyecek ararız. Sobaya bir kerek (kere) kömürü atınca harareti aziziye23 peyda olur. Kazan ısınır, tekmil makineler bıngır bıngır işlemeye başlar. Bazı cahil insanlar bunu fayrap ederler, musluğun suyunu açarlar. Az vakıttan vücud-i azizlerini harap ü türap ederek sıfırı tüketirler. Sonra ‘Aman doktor!’ deyi ensemize düşerler, yalvar yakar olurlar. Sen ki hayat hazinesinin musluğunu Horhor Çeşmesi gibi akara bırakmış isen buna doktor ne iş edebilir?”

      Âlimyan, daha bir tarafa ilişmeden ayaküstünde bu kadar lakırtının belini büktü. Sonra iri vücudunun en çok istirahat edebileceği geniş bir koltuk seçerek yerleşti. Hastanın ağız açmasına meydan vermeden yine ağız kalabalığı içinde başladı:

      “Vücut körüğü nasıl işler? Durunuz size bunun bir ‘deskripson’unu vereyim. Kalp bir nev emme tulumbadır. Başka bir tabiratla kalp beyaz ciğer (akciğer) kanatlarının ağuşuna sığınmış trigona böreği eşkâlinde mahut alettir. Beyaz ciğerler ile ‘cointeresse’ yani ortak işler. Şu ara doktorların tabirlerinces (tabirlerine göre) ciğerler, kalbin ikiz biraderi can beraberleridir ki, hayat alevine daima püf ederek onu sönmek kazasından kurtarırlar. ‘Pumon’lar yani beyaz ciğerler bir tasfiye laboratuvarıdırlar. ‘Dünya bir cifedir.’ demezler? He, işte bu pek filozofik bir laftır. Dünyada her neyi ki kendi keyfine bırakır isen cipcife olur. Dışarıda olduğu gibi içerimizde de ‘natür’ün azanları vardır. Havanın kontağı ile siyah, yani pis zehirli kanımız, pisliklerinden ayırt olarak oksijenlenir. Kırmızıya döner, arterlere gider. İşsiz etıbbanın biri bunu hesaba komuş, evet belli ki herifin işi yokmuş, çünkü bizim kesretli vizitelerimizden öyle bazik hesabatlarla kafa yormaya vaktimiz yoktur, orta hesapla bir dakkada altı nefes çekeriz ve beher nefeste aşağı yukarı ciğerlerimiz yarım litre hava yutar. Bu, her gün on bin litre hava eder. Belediyelerin fikirlerine gelip de sair meşrubat gibi buna da rüsumat koyarlarsa litresine bir para koysalar âlem-i kâinat bu borcu ödeyemeyerek herkes havasızlıktan boğulur. Dünya ‘sena’sı (sahnesi) yeni teatrolar (tiyatrolar) gibi bomboş kalır. Ahali sefaletten kurtulur vesselam. Bu işin üzerine de kıyak bir reji (inhisar) yaparlar. Ama Mevla’nın havası boldur. Bunu depolara tıkayamazlar. Eğer bu yapılabilseydi, ortaya ne anonim şirketler, ne sendikalar çıkar, ne hava bankaları açılır, ne monopoller görülürdü. Bu iş Frenklerin pek de akıllarına gelmedi değil, ‘komprime’ olunmuş oksijeni çelik kaplara koyarak ticaret pazarına çıkardılar. Bu işin sonu neye varacağı malum değildir. Biz yine kanatlarının ortasında kalbi yavru gibi tutan ciğer körüğüne gelelim: Fizik kaydesincek (kaidesine göre) her nerede ki hela vardır orası mela olur; yani içimiz hava doludur, demek isterim. Zannedersiniz ki hava, derunumuza yalnız kuru fasulye ile kapuska ile girer? Hava alıp verdiğimiz malum büyük deliklerimizden başka derimizin üstünde hesapsız küçük delikler vardır, bunlara Fransızca ‘por’ derler. Türkçede de bunlara bir nam koymuşlar ‘mesahat’tır ne derler? Bir türlü fikrimde kalmaz. Mikroskop ile bakılınca derimizin üstü kaneva bezine benzer yahut sünger gibidir. Ter, işte bunlardan çıkar. Kir ile, pislik ile, daha başka sebepler ile bu delikler tıkanır ise türlü türlü emraz husule gelir. Bu delikciklerin her biri mikroplar için Perapalas gibi sanki seksen odalı birer oteldirler. Binler, binlercesi odlarda bilâücret iskân olurlar. Bu mikroplar İngilizler, Amerikalılar gibi ‘ekspluatasyon’ meraklısıdırlar. Fırsat bulunca vücudun başka taraflarına geçerek hayatın bütün madenlerini kendi hesaplarına işletirler. Hava ciğerlere burundan, ağızdan, boğazdan, hançerecikten, tranştan, bronşlardan girer. Nefes alan etlerin toparlanmasıyla ‘torasik’ kafesi büyür, ciğer genişlenir, hava bronşlardan ‘alveol’lere geçer. Bunlar lastikli ‘vezikül’ler yani pek küçük küçük kerata şeylerdir. Dokumaları kalbur gibidir. İşte buna ‘enspirasyon’ yani ‘nefes almak’ derler. Her alınan şeyin bir de vermesi vardır. Nefes alıcı etler gevşediklerinde ‘torasik’ (göğüs) kafesi küçülür, ciğerler büzülerek ‘vezikül’leri boşaltıp havayı dışarı defederler, buna da ‘ekspirasyon’ yani ‘nefes vermek’ denir. Burası on bin litre havayı her gün aktar dönder eden bir hayat fabrikasıdır. Dışarıdan malın yeni ve temizini içeri alır, kullanılmış kötüsünü dışarı bırakır. Hava oyunu yalnız borsalarda olur sanırsın? En ustalıklısı insanın içinde olur. İşte bu suretle ciğer körükleriyle kalp tulumbası arasında hava değişmesi, ithalat ve ihracat muamelesi olur gider. Ciğer körüğünün tasfiyesiyle temizlenip oksijenlenmiş hava bir yandan kalp sol dayresinden içeri girer, arterler vasıtasiyle vücudun bütün kan damarlarına taksim olunur. Öte yandan vücut harikıyle ziyade miktarda asit karbonlanmış zehirli pis kan kalbin sağ daryesinden dışarı çıkar. Körük tulumbayı, tulumba körüğü işletir. Bu bir nevi bostan dolabıdır ki iki taraftan biri istop edince ne borulardan hava gider ne oluklardan su akar. Siz nasıl istiyorsunuz ki nefes alıp vermekte olduğunuz hâlde kalbiniz durmuş bulunsun, bu iddianız hekimlik teorilerine külliyen uygunsuz bir hâldir ki ben doktor olalı böyle ‘eksepsiyonel’ fefkalade bir ‘ka’ya (hâle) tesadüf olmamışımdır. Kalbi duran adam durmuş olduğunu hiç duyabilir? Durmuş bir saatin akrebi, yelkovanı rakamları ‘marke’ edebilir altık (artık)… Böyle fen dayresinden dışarı aygırı laf etmeyiniz efendim.”

      Bozuk düzen bu ağız kalabalığı karşısında baygınlığı artan hasta:

      “ ‘Fen dairesi’ dediğiniz nedir? Onu bir demir çember ile iyice sınırlayabiliyor musunuz? Bu daire Göksu testisi gibi içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye neler sızdırıyor da haberiniz yok. Bugün meydanda sizin inkâr ettiğiniz ne büyük hakikatler var. Mümkün değil bunlara uygun birer guguk uyduramıyorsunuz. Ben kendi kalbime mi inanayım sana mı? İç hastalıkları dediğiniz ilim henüz pek karanlık bir çocukluk hâlinde. Bazı bazı en büyük doktorlar, en küçük hastalıklardan bile bir şey anlamıyorlar. Sizin Zambako’nuzun, filanınızın hastalığın ilk zamanında veremi tifo, tifoyu verem diye belirttikleri birçok benzerleriyle meydandadır.”

      Doktor Âlimyan, küçük dilini yutarcasına iri bir nefesle yerinden kalkıp oturduktan sonra:

      “Affedersiniz efendim, ben o buyurduğunuz gugukçu doktorlardan değilim. Gugukla mugukla benim hiçbir işim yoktur. Ben bir hastayı muayene eder, diyagnostiğini korum, yani çocuğun namını belli ederim. Bize tıp bir yol göstertmiştir. Biz ondan gideriz ve asla fenden şaşmayız. Hastaların, hele sinir hastalarının her dediklerine bakıp inanırsanız tıp fenni çorbaya döner. Onlar her istediklerini söyleyebilirler, biz de bildiğimizi yaparız.”

      “Kapalı kutu… İçeride ne afet var, kesin olarak bunu nasıl anlarsınız?”

      “Hekimliğin ustalığı işte o kapalıyı anlamaktır. Bizim parmaklarımızın ucunda kulaklarımız, kulaklarımızın içinde gözlerimiz vardır. Bir şeyin üstünü görünce dibini keşfederiz. Bırakınız ki şimdiki fen karşısında altık insan vücudu pek de kapalı kutu değildir. Sizi şimdicik röntgen ışığına tutar isem içinizdeki hayat teatrosu karagöz perdesi gibi gözümüzün önünde cilvelenir. Doktor gözü keskin olur. Biz bir hastanın sıfatını görünces içini ağnarız. Biz parmaklarımız ile bir vücuda tık tık vurduğumuzda ‘Hastalık, sağlık nerede iseniz kendinizi beyan ediniz!’ deyi sival (diye sual) ederiz. Onlar da her nereye gizlenmiş iseler, mesela ‘Biz ciğerlerdeyiz, kalpteyiz yahut bağırsaklardayız.’ deyi derhâl bize cevap ederler. Kulağımızı koyup dinlediğimizde hastalıkla sağlığın dövüşmelerini, sövüşmelerini bütün laflarını duyar, ağnarız. Bunlar ne Türkçe konuşur ne Ermenice ne Frenkçe… Dilleri büsbütün başkadır. İnceli kalınlı, pısır pısır, fosur fosur ederler. İşte hep bu pısırtılar birer manayadır. Bu sedalardan bazılarını hasta kendi