Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

çıkınca zebani hazretlerinin dünyada iken gördüğümüz resimlerine benzeyip benzemediğini anlarım. Sen şimdi zebaniyi, şeytanı geç. Sözüne gel. Nihat Bey mezarlıkta böyle gayet acayip yaratıkların gezindiğini görünce ne yapmış?”

      “Fena hâlde korkmuş. Bisikletine atlayınca haydi babam, fertik…”2

      “Ne tabansız insanmış. Neye kaçıyor? Mezarlığın içinde Tayfur’la Ferhat var. Bağırsa işitirler. Zebaniler, ifritler onlara dokunmayıp da Nihat’ı mı boğacaklar? Ey sonra?”

      “Sonrası Nihat olayı bana hikâye etti. Beni bütün bütün meraka düşürmek için daha da zihin karıştıracak şeyler söyledi.”

      “Seni meraka düşürüp de ne yapacak?”

      “Tayfur’la Ferhat’ı bir gece ikimiz birlikte izleyelim diye bir teklifte bulundu. ‘İki kişi olursak birbirimize cesaret veririz.’ dedi. Ben de teklifini kabul ettim. Onların yolculuğa çıkacaklarını sezdiğimiz bir gecede Nihat’ın evinde iki bisiklet hazırlayarak bekledik. Ferhat yine böyle acele ile geldi. Tayfur onu kapının önünde karşıladı, o da bisikletine atladı, hemen yola saldırdılar. Kendimizi göstermemek için arada yeteri kadar bir açıklık bıraktıktan sonra biz de makinelerimize sıçradık. İzlemeye koyulduk. Mezarlık yolcuları bu defa Mevlevihane değil Silivri kapısı yolunu tutturdular. Mezarlık sınırına gelince yine bisikletlerini omuzlayarak içeri daldılar, biz de arkalarından hırsızlama adımlarla yürüdük.

      Gökte ikinci dördüne girmiş küçük bir ay vardı. Onları izlediğimizi sezdirmemek için yine aramızdaki açıklığı korumaya dikkat ettik. Bu ahiret bahçesine daldık. Lakin ayaklarımıza dolaşan otlar, çalılar, birkaç parçaya bölünmüş mezar taşları, çukurlar, tümsekler, iki üç adımda bir birer siyah engel gibi önümüzü kesen serviler ilerlememizi çok zorlaştırıyordu. Gece vakti ölüleri çiğneyerek yürümesi insana türlü kuruntu ve huzursuzluk veriyor. Sanıyorduk ki, onları izlediğimiz gibi bizim de arkamızdan gelenler var. Bazen fena adım atarak uğradığımız sarsıntılarla yere kapanacak gibi oluyor, bazen bir mezar taşı ile kucaklaşıyorduk.

      Bisikletlerin demirleri omuzlarımızı eziyordu. Aramızdaki açıklığın uzunluğuna rağmen önümüzde gidenleri seçebiliyorduk. Ferhat’la Tayfur sırtlarında taşıdıkları bisikletlerin furşları, gidonları arada bir ay ışığının yansıması ile parıldayarak servi gölgelerine bata çıka gidiyorlar ve ikide birde bir şeyi konuşur, tartışır gibi duruyorlardı. Birkaç defa mezar kovuklarına doğru eğilerek dikkatli dikkatli baktıklarını fark ettik. Gecenin bütün görüntüleri, bütün açıklığı yutarak siyah sırlara çevirdiği, korkular doğuran heybetli garipliği içinde yine hişt pişte benzer fısıltılar başladı. Bazen de kalplerimizin atışlarını duyacak kadar her şey susuyordu. Fakat bu derin sessizliğin de o kadar anlaşılır, o kadar belli bir dili vardı ki, bu sessizlikten de ürküyor, organlarımızda bir kesiklik duyuyorduk.

      Nihayet Nihat çevremizi saran manevi kişilere işittirmekten çekinerek titrer gibi yarı anlaşılır bir sesle, ‘Feyzi, her adımımda bir ölünün kafasına basıyormuşum da hemen ayağımın altından bir şikâyet ve bir lanetleme sesi çıkacak sanıyorum.’ dedi.

      Servilerin artmış, çoğalmış kokuları ile dolu ve bilmem içine ölü kemiklerinden, çürüyüp dökülmelerinden ciğerlerimizi sıkan, kalplerimizi ezen nasıl bir ağırlık karışmış nemli bir hava ara sıra görünmez bir el gibi yüzümüze, vücudumuza dokunuyor, burnumuza doluyor, tüylerimizi ürpertiyordu.

      Birdenbire hafif bir kapı gıcırtısına benzer şikâyetli bir hüzünle bir servi inledi. Uzaktan bir gece kuşu buna çınlayan bir sesle karşılık verdi. Bu uğursuz iniltiyi andıran ses yankılar yaparak çevremizde dalgalana dalgalana söndü, içimizi üşüttü, damarlarımızı dondurdu.

      Nihat yine ürkek ve titrek sesiyle:

      ‘Feyzi, şu uğursuz kuşun feryadı bana ne gibi geldi biliyor musun?’

      ‘Ne gibi geldi?’

      ‘Ey şu mezarlıkta yatanlar, uyanınız. Sırlarınızı çalmak için sizi çiğneyerek üzerinizde dolaşan bu küstahları çarpınız. Kendi yaşadığınız yerden, yurdunuzdan kovunuz.’

      Nihat daha sözünü bitirmeden iri bir tekenin sakallı gölgesini görmemizle hemen arkasından gırtlaktan gelen, boğum boğum, kalın, hırıltılı melemesini işitmemiz bir oldu. Bu gizliliklerle dolu mezarlık hayvanı o kadar yakınımızdan geçti ki, hafif ay ışığının aydınlattığı yer üstünde beliren sivri çatal sakallı, şeytanı andıran başın ayaklarımızın arasından dolaşarak kaybolduğunu gördük.

      Bu makinesiz film ürkütücü bir hızla işledi. Geçen şeyin bir hayal olmadığını, görüşlerimizin birbirinin aynı oluşundan anladık. İkimiz de aynı şekli görmüş, aynı korkunç sesi işitmiştik. Nihat benden daha fazla korkmuş olmalı ki, gölgenin bacakları arasından hızla geçişi sırasında sendeledi, hemen yüzüstü yere kapandı.”

      “Canım ne var bir gölgeden bu kadar ürkecek? Besbelli çevredeki kasaplardan birinin tekesi otlamak için mezarlığa girmiş olacak. Hem seni şuna inandırmak isterim, ilk gidişinde Nihat’ın gördüğü zebani de yine bu hayvandan başka bir şey değildi.”

      “Sen gel gecenin bir vakti o sakallıyı mezarlıkta gör de bak ne olursun. Hadi diyelim ki, bu bir keçidir. Fakat o ölüm dekoru içinde en masum hayvan ecinnileşiyor, rast geldiğini çarparak masallarda dinlediğimiz korkunç bir canavar kesiliyor.”

      “Henüz sizi çarpmadı ya?”

      “Nihat’ın düşmeden dirseği zedelendi.”

      “Bunu çarpılma mı sanıyorsunuz?”

      “ ‘Of, galiba kolum kırıldı.’ dedi. Sonra karşıdan, epey uzaklardan karaltılar peyda oldu. Dikkat ettik. Öyle bir sürü sakallının bize doğru geldiklerini gördük.”

      “Koyun, keçi sürüleri olmalı.”

      “Olmalı deyiminde kesin bir mana yok. Bunun için ürkmüş yüreklerimiz, korkmuş gözlerimizle durarak böyle aslı belli olmayan sürülerin yanımıza kadar gelmesini bekleyemezdik. Hemen kararı kaçmaya verdik. Nihat’ın incinmiş koluna girdim. Kendiminkinden başka onun bisikletini de bir parça yüklendim. Mezarlıktan çıktık. Ve işte böyle bu izlememizle hiçbir gerçeğe ermedik. Merakımız birkaç derece daha arttı. Yılmaz kutup gezginleri gibi ikinci, üçüncü, dördüncü seferlere hazırlandık. Fakat beyler her nedense böyle gariplikler ve gizliliklerle dolu gece yolculuklarının arasını bir süre kestiler. Son defa sıra ile üç dört gece bekledik. Konaktan bisikletler çıkmadı. Önce bu gecikmenin sebebini anlayamadık. Sonra Tayfur’un rahatsızlığını işittik. Acaba delikanlı mezarlığın uğursuzluğuna mı uğradı? Ölüler sırlarını anlamaya gelen dirilerden hoşlanmazlar. ‘Belki Tayfur, bir hayaletin kötülüğüne uğramıştır.’ dedik. O zamandan beri gece yolculuğuna çıktıkları yoktu. Bu acele gidişten yine ölüleri ziyarete başladıkları anlaşılıyor.”

      “Bu tuhaf hikâyende hiçbir alay, şişirme falan yok ya?”

      “Emin ol, sözlerimin eksiği var fazlası yok. Macera pek tuhaf. Her türlü hayalin çok üstünde bir tuhaflık görüyorum ben.”

      “Kardeşim Feyzi, sen beni de meraka düşürdün.”

      “Bu bilmeceyi çözmek için sen de bize katılır mısın?”

      “Katıldım gitti.”

      “Üçleşirsek gerçeğe ermek ümidi artar.”

      “Şüphesiz. Hem de sizin gibi keçileri zebani sanarak kaçan tabansızlardan değilim. İşin sonuna kadar direnmekten