Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

başüstüne Meyzin Efendi, merak etmeyiniz. Elimizden geldiği kadar öğüt vererek Tayfur Bey’i uyarmaya çalışırız.”

      Meyzin Efendi kendi kendini dinlemeye gelen Bukağılı’nın ruhunu arar gibi açık pencereden ay ışığının gümüş örtüsü altında sırlarla dolu uyuyan mezarlığa bakarak:

      “Oğullarım, dikkat ediniz. Tayfur Bey bu kâfirce işinde ısrar edecek olursa sonunun dehşetini göreceksiniz.”

      Üç genç, Bukağılı Dede’nin böyle bir tebliğ ile meyzine görünmesini bir keramet saymaktan, yani rüyayı gösterenden ziyade görenin pek samimi inancından meydana gelme ruhsal subjektif bir şey olduğuna inanıyorlardı. Lakin kendilerini büyük bir çekicilikle uğraştıran bu mesele üzerine meyzinin de bu suretle başvurması meraklarını bütün bütün tutuşturuyordu.

      3

      Kararları gereğince ertesi akşam Sadi ile Feyzi, Nihat’ın evinde toplandılar. Üç bisiklet avluda alesta duruyordu.

      Üç genç, her biri bir pencere önünde, gözler Tayfur’un sokak kapısına dikili, büyük bir müjdeci habere bağlanır gibi uzun, sıkıntılı, sabır ve tahammülü yakan bekleyiş saatleri geçirdiler.

      Konağın kapısı açılmıyor değildi. Lakin beklediklerinden başkaları girip çıkıyorlardı.

      Bir gece, iki gece, üç gece, dört gece hep böyle… Gece ilerledikçe karşıki kapıyı gözetlemek için üçünden biri pencere önünde gözcü kalarak nöbetleşe uyuyorlardı.

      Nihayet beşinci gece Feyzi pencere önünde nöbet beklerken sevinçle arkadaşlarını uyandırarak:

      “Kalkınız, kalkınız. Müjde… Doktor Ferhat bisikletle geldi. İşte konağa giriyor.”

      Bu uyandırma üzerine üçü de yangın haberi alan itfaiye erleri gibi hızla yerlerinden fırladılar. Acele hazırlanarak bisikletlerinin başına indiler.

      Hepsinin cebinde dolu tabancaları ve makinelerindekilerden başka birer elektrik fenerleri vardı. Şimdi üçü de araladıkları kapıdan birer küçük çarpıntı ile karşıki konağı gözetliyorlardı. Nihat’ın hesabına göre Doktor Ferhat bu gece alışılmışın dışına çıkmış, bir saat geç gelmişti.

      İçeride de epey durdular. Acaba niçin çıkmıyorlardı? Yoksa bir engel çıkmış, bu gece gizliliklerle dolu yolculuktan vaz mı geçmişlerdi?

      Üç arkadaş bu endişede iken konak kapısının iri kanatlarından biri menteşeleri üzerinde gıcırdayarak açıldı. Tayfur önde, Doktor Ferhat arkada, bisikletlerini ellerinde yürüterek sokağa çıktılar. Kısa külotları, diz çorapları, sırtlarında koca çantaları yine sırlı geziye doğru yollanacaklarını gösteriyordu.

      Saat biri geçiyordu. Bisikletlerinin fenerlerini yakmadılar. Ufukları kapalı dar sokakların havasında henüz görünmeyen küçük ayın hafif aydınlığı gecenin koyu karanlığını kırarak ortalığa şafağımsı bir aydınlık serpiyordu.

      Meraklı yolun yolcuları bisikletlerine atlamadılar. Caddeye çıkmadılar. Arka yollardan konuşa konuşa telaşsızca gidiyorlardı.

      Kırk beş elli adım ara verdikten sonra izleyiciler de yola düzüldüler.

      İki arkadaşının ortasında yürüyen Sadi:

      “Arkadaşlar, bu kovalamamızda gayet önemli davranmak gerekmektedir. Yani dikkatli demek istiyorum.”

      Feyzi: “Şüphesiz.”

      Sadi: “Sallapati bir iş yapmayalım.”

      Nihat: “Bir plan içinde hareket edelim. Meselenin en önemli tarafı, onlara kendimizi göstermemek, izlendiklerini sezdirmemektir.”

      Feyzi: “Bunun için ne yapmalıyız?”

      Sadi: “Onur meselesini bir yana bırakalım. İçimizde en iyi bisiklete binen kimdir?”

      Feyzi: “Üçümüz de fena binmeyiz. Lakin senin her ikimize üstünlüğünü inkâr edecek kadar da vicdansız değiliz.”

      Sadi: “O hâlde bisikletlere binince ben otuz metre kadar ileriden gitmeliyim. Siz birbirinizden ayrılmayarak bu mesafe içinde arkamdan gelmelisiniz.”

      Nihat: “Neye iyi o?”

      Sadi: “Önce üçümüz birlikte kovalayacak olursak çabuk görülürüz. Arkalarından bisikletliler geldiğini hissederlerse belki kuşkulanırlar. Sırlarına eremeyiz. Bir bisikletli öndekileri daima görüş mesafesi içinde bulundurmakla beraber kendini onların gözlerinden koruyabilir. İkincisi şimdi önümüzdekiler hangi yollardan hangi sur kapısına gidecekler, bunu bilmiyoruz. İstanbul’un kenar mahallelerindeki o dar, dolambaçlı sıçan yollarını düşününüz. Birbirine yakın üç eğri büğrü köşe dönerek önümüzden kaybolurlarsa belki artık onları bulamayız. Bizim o semtlerde dolaştığımız yok. Oralarda ömrümüzde hiç geçmediğimiz sokaklar var. Bunun için ben size öncülük edeceğim. Benim işaretlerime göre hareket edersiniz. Gerekirse üçümüz birleşir ve yine ararız.”

      Öndekiler hâlâ yayan gidiyorlardı. Kendi planına göre Sadi ilerledi. Ötekiler uygun bir ara bırakmak için gerilediler. Tayfur’la doktor arka sokaklardan yürüye yürüye caminin köşesinden eski Saraçhane Caddesi’ne çıktılar. Parka doğru ilerliyorlardı.

      Birdenbire cadde genişleyip mesafe açılınca hâlâ hüzünlü fakat yirmi dakika öncesine oranla artan ay ışığında öndekilerin gözlerinden gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi, sokak başında bekledi. Araya epey bir mesafe bıraktıktan sonra arkalarına düştü.

      Onlar tramvay yolunu izleyerek Deve Hanı’na doğru gidiyorlardı. Fatih Camisi hizasını geçtiler. Yan sokaktan Edirnekapı Caddesi’ne çıktılar. Hemen makinelerine atladılar. Sadi adım adım öndekileri izleyerek dönüp dönüp elleriyle arkadakilere de işaret ediyordu. Arkadaşlarına acele etmeleri için bir emir verdi. Onlar da caddeye ve sonra bisikletlere fırladılar. Üç bölüme ayrılan bu beş genç hemen in cin olmayan bu tenha cadde üzerinden, kaldırım taşlarının vücutlarına verdiği devamlı titremelerle sarsıla sarsıla uçuyorlardı.

      Beyoğlu Caddesi’nden geçerseniz yüksek, sağlam yapıların yüzlerinde memleketin uğradığı sürekli felaketlerden bir iz, bir yıkıklık eseri göremezsiniz. Bu uğursuzlukların, sıkıntıların ağırlığı altında inleyen, çöken, biten İstanbul’dur.7

      Yüzlerinden rüzgârdan başka bir yardım elinin silindiği yoksulluk pudrası altında kağşamış bu barakacıklar, aralarına karışan mezarlık parmaklıklarıyla sıralanarak sarkan saçakları, dökülmüş kafesleri ve sakat, kambur, bel vermiş durumları ile caddenin iki tarafını dolduruyordu. Memleketteki beslenme zorluğu ve ticaretin iflasını, kaşeksiye8 uğrayarak küçülen dükkâncıklardan anlamak pek kolaydı.

      Zincirlikuyu’yu geçtiler. Öndekiler kovalandıklarını anlamadan, arkalarına dönüp bakmadan bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallara vererek koşuyorlardı. Fakat Çukurbostan duvarının ortasına doğru gelince birdenbire durdular. Sadi, sol taraftaki çeşmeye yirmi otuz adım kala sokağın hafif kıvrıntısından yararlanarak sağ tarafa sindi. İşaret vererek arkadakileri de durdurdu.

      Makinelerinden birine bir sakatlık arız olmuş olmalı ki, birkaç dakika onu tamire uğraştıktan sonra yine bindiler. Yola düzüldüler.

      Çukurbostan’ı geride bıraktılar. Yine sol taraftaki çeşmenin önünden yukarı kale kapısına doğru hızlandılar.

      Cadde enli, az meyilli ve iki tarafı dolambaçsızdı. Öndekilerin nazarlarından gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi çeşmenin karşı köşesine