en çok dövülmüş kızıl nar hâlinde maddi, manevi bozulmuşluktan, çürümüşlükten kurtulup temizlendikten sonra tekrar hayata doğar. İhtiyarlığın sonu ölüm ve cifedir.11 Hayatın öncesi de ateştir…”
Sadi usulcacık arkadaşlarına:
“Ne saçma sapan şeyler.”
Nihat: “Peki ama bu garip felsefeyi tevsik eder gibi elinde tuttuğu ölü kemikleri ne oluyor?”
Feyzi: “Bu tuhaf felsefeden dem vurmak için konağı bırakıp da gece yarısı mezar başına gelmekte ne mana var?”
Nihat: “Biraz sabredersek belki her şeyi anlarız. İfadelerine göre insan kemikleri karıştırmaktaki maksatlarına henüz girişmediler.”
Sadi: “Öyle fen adamlarımız, ediplerimiz, filozoflarımız vardır ki, benzerleri ne Hint’te çıkar ne Çin’de… Aman aman dinleyelim.”
Tayfur avucundaki kemiklerden iki küçüğünü ayırarak:
“İşte selamlar arasındaki orantı. Bunları düzgün bir hâle sokmak ne zor bir şey…”
Ferhat kemiklere bakarak:
“Bu orantı topuk kemiği ile bilek kemiğinin ucundan başlar, son selama kadar devam eder. Bunun için bize aynı ölünün parmakları lazım.”
“Ohhh bu mümkün mü monşer? Çürüyen cesetlerin kemikleri birbirine karışır.”
“Fakat son kemiği toprak oluncaya kadar şeklini, kimliğini korur.”
“Biliyor musun, yarın kıyamette bir mezardan yalnız bin Mehmet adlı çıkacağını söylerler. Böyle binlerce Ahmet’in, Mehmet’in içinden yalnız birisinin kemikleriyle uğraşmak…”
“Kaç zamandır ellerimizle mezar kaza kaza tırnaklarımızın arasını ölü toprağı ile doldurduk. Sana bir şey teklif edeceğim ama…”
“Nedir?”
“Taze bir ölü üzerinde bir deney yapsak…”
“Hiçbir dehşetten çekinmem. Fakat bunun çok sakıncaları var. Önce senin taze ölü dediğin kaç günlük bir şeydir biliyor musun? Haftalık, on beş günlük, belki de bir aylık… Şu toprak yığınlarının altında bunun en tazesini nasıl ayırt edebileceğiz? İkincisi burada musluklar, mermer teşrih masaları, antiseptik eczalar, gerekli araçlar yok. Üçüncüsü, yakalanırsak kanun gereğince cezaya çarpılırız. Biz işimizi kuru kemik üzerinde bitirmeye bakalım.”
Kemikleri karıştırarak bir süre düşündüler. Doktor Ferhat gözlüğünü düzelterek bir kemik muayene ettikten sonra:
“Faturamızın kaydına, ufakların mevcuduna bak. Bu kemikler işimizi görecek mi anlayalım.”
İkisi baş başa eğilerek “selam-ı evvel, selam-ı sani, selam-ı intihai” gibi anlaşılmaz birtakım deyimlerle ince bir hesaba giriştiler. Her ne ise sayı bir türlü düzgün gelmiyor, daima yerden kemik alıyorlar, avuçlarındaki kemiklere uydurmaya çalışıyorlardı. Onlar böyle ölü kemikleriyle satranç oynar gibi uğraşırken Sadi:
“Hep bu gördüklerimden, işittiklerimden bir şey anladımsa Arap olayım.”
Nihat: “Bunlar ispritizma falan derken büyücülüğe mi başladılar acaba?”
Feyzi: “Ben başka türlü hissediyorum. Zaten böyle bir şeyler de duymuştum.”
Nihat: “Ne duymuştun?”
Feyzi: “Bu kale burçlarından birinin altında Konstantin zamanında gömülmüş tılsımlı bir define varmış.”
Sadi: “Bu masalı Rumlara duyur da başımıza bir iş çıkarsınlar.”
Feyzi: “Ne işi çıkacak? Rumlar Yanya’da Tepedelenli Ali Paşa’nın elli milyonluk definesini arayıp durmuyorlar mı?”
Nihat: “O tılsımlı define ile bu ölü kemiklerin ilişkisi?”
Feyzi: “Tılsımlı define için bir ölü eli lazımmış.”
Sadi: “Eğer Tayfur’la Ferhat böyle aptalca avami hayallerin arkasından geziyorlarsa yuf onların gençliğine, modernliğine…”
Aşağıdaki manzara yine yukarıdakilerin sözlerini boğazlarında bıraktı. Tayfur elini mezar kovuğuna sokarak iki tarafı yumru, koskoca bir uyluk kemiği çıkardı. Ferhat’a uzatarak:
“İşte sana bir azm-ı fahz.”12
Doktor yerden aynı cinsten bir uzun kemik daha kaldırdı. İkisini birbiriyle ölçtüler. Ve sonra sordu:
“Acaba bu iki azm-ı fahz aynı insanın mı?”
“Bu benimki daha kalın, daha uzun, daha iri. Bu oldukça taze… Seninki ağarmış, büzülmeye yüz tutmuş.”
“Haydi deneyelim. Hangisi daha sağlam, anlaşılır.”
Maç talimi yapar gibi iki kemiği birbirine çarptılar. Üçüncü çarpışmada doktorun azm-ı fahzı kırıldı. Sağlam çıkanı boylu boyunca çantaya koydular.
Yine önlerindeki uhrevi mahfazanın kovuğuna el daldırdılar. Çıkardıkları kemikleri ortaya döktüler.
Doktor: “Küçük parmak kemiklerinden sonra topuk kemiğine kadar olan kısmın üzüntüsünü ne yapacaksın?”
Tayfur: “Yanlar, kaburgalar için bir kederimiz yok ya?”
Doktor elini mezara sokup çıkararak “İşte bir köprücük kemiği.” dedi.
Bu sırada siyah, yoğun bir bulut küçük ayı tamamıyla yuttu. Mezarlık, yüreğe bilinmez nasıl bir uğursuzluk dolduran karanlığa boğuldu. Doktorla Tayfur’un bulunduğu yere bakınca otuz beş kırk metre kadar aşağıdan ufak bir şimşek çaktı. Bir iki saniye mezar taşları gündüz gibi aydınlandı. İki arkadaşın yüzlerinde ve kemik yığınının üzerinde ani bir ışık oynadı, söndü. Yine her şey karardı. Aynı zamanda bir hışıltı da oldu. Gecenin sonsuz karanlığı içinde dalgalanıp uzanan baykuşun kahkahası da bu uğursuzluğa dem tuttu.
Doktor elindeki köprücük kemiğini yere fırlatarak hafif bir yürek çırpıntısı ile:
“Bu nedir?”
Tayfur hayretle etrafı gözden geçirip dinleyerek:
“Korkuyor musun?”
“Korkmuyorum. Fakat görüp işittiğimiz şeyin bir hayalet olmadığına eminim.”
“Azizim, hayalet gerçeğe çok benzediği zamanlarda insanı aldatır. Belki de korkutur.”
“Bunun bir hayalet olmadığını tekrar ediyorum. Çünkü benim görüp işittiğimi sen de işittin.”
“Evet…”
“Kulağa ve göze ait bir birsamın13 aynı anda ikimizde de birden meydana gelmesi pek az, binde bir rastlanır bir hadise sayılır.”
“Hayalet değilse belki bir feu follet’tir.”
“Feu follet bir noktada parlar, söner ve ses vermez.”
“Aman doktor, sen de kocakarılaşma. Mezarların korkunçluğu halk içindir. Bu kuruntulu korkudan şairler, ressamlar, müzisyenler sanat için pay çıkarırlar. Hep bu güzel sanatlar kupkuru maddeler üzerine işlemez. Onlar mezarlara gizlilikle dolu, sırlı bir nitelik verirler. Ölüleri söyletirler. Bu dünyanın insanlarına öbür dünyadan da panoramalar gösterirler. Şu etrafımızdaki çukurlar da hep şu önümüzdekine benzemiyorlar mı? İçlerinde kuru kemik yığınından başka