Fakat mezarlığın içinde kendimizi seçtirirsek tabii kuşkulanırlar.”
Nihat: “Nereden saptıklarına iyi dikkat ettiniz mi?”
Sadi: “Evet, evet… Çitlembik midir, meşe midir? Mezarlık sınırında bir top ağaç var. İşte tamam o hizadan girdiler.”
Üç dakika sürmedi. Top ağaca vardılar. Mezarlıkta yer az bir meyilden sonra birdenbire aşağı doğru dikleniyordu. Taşların gerilerinde siperlenerek ileriye baktılar. Ne bir mırıltı işittiler ne de önlerinde hareket eden bir karaltı gördüler.
Nihat ümitsizce, “Kaybettik mi?” dedi.
Küçük ayın ışığı bayırın çukuruna düştükçe sönüyor, hiçbir şey seçtirmez bir şekilde kararıyordu.
Sadi engin karanlığın bu yorgunluğunu gözleriyle delmeye uğraşarak karşılık verdi:
“Henüz işimizin ümit kesecek bir anında değiliz. Lakin zorluk başladı. Şimdi üçümüz enine bir çizgi üzerine açılarak kendimizi göstermemeye dikkat ede ede aşağı inelim. Onların karaltılarını gördüğümüz veya seslerini işittiğimiz zaman sinelim. O vakit yalnız birimiz yaklaşsın. İkimiz alargada dursun. Fakat dikkat ediyor musunuz? Önceleri batıya doğru giderken şimdi kuzeye döndük. Ay aydınlığı arkamızdan vururken şimdi yanımızdan geliyor. Onlardan korunmak daha da zorlaştı. Ona göre dikkat lazım…”
Üç delikanlı bisikletlerini omuzlayarak hırsız adımları ile yokuşu inmeye başladılar. Yazın kavurmuş olduğu kuru otların, dikenlerin, çalıların arasından sonbahar yeşilliği sürüyordu. Bağrında, çürüttüğü insan etiyle yağlanan toprağın ağır havasını servilerin, kekiklerin antiseptik kokuları hafifletiyor, fakat her soluk alışta ahirete ait bir koku ciğerleri sıkıyor ve daima kalpleri iki dünya sınırında gezinildiğini hatırlatan bir hüzünle eziyordu.
Bir ara seyrelen serviler, yine sıklaştı. Bazı nakışlı, yazılı taşlar upuzun toprağa gömülerek kaldırım meydana getirmiş, bazı büyük pehleli mezarları zemin, tamamıyla ve sanki bütün kimlikleriyle yutmak için hasretli bir sarılma ile kavrayıp kendine çekmişti.
Sıklaşan gölgeler küçük ayın ışığını şimdi büsbütün boğuyor gibiydi. Karaltılar daha da koyulaşarak, derinleşerek, acayip şekiller alarak büsbütün korkunçlaştı. Şimdi gözler, kulaklar, burunlar, zihinler hayat dışında birtakım duygularla doluyorlar, başka şeyler görüyorlar, işitiyorlar, kokluyorlar, düşünüyorlar… Böylece kendilerini sırlarla dolu bir âlemin eşiğinde buluyorlar gibiydi.
Üç genç sekiz on metrelik enine bir çizgi üzerine adımlarını terazileyerek, etrafı süzerek inmektelerken sağ uçta bulunan Feyzi’nin yürek çırpıntısından kasılmış bir sesle “Hişt… Hişt…” dediği işitildi.
Ortada giden Nihat sordu:
“Ne var?”
Feyzi: “Dinle, işitirsin.”
Nihat dinledi. Hart, hart, hart… Sanki yılan kadar iri bir kurdun büyük bir kütüğü kemirmesi gibi biteviye bir ses duydu.
5
Üçü de duydular. Bütün dikkatleriyle kulak verdiler, şimdi o hart hartlara arada bir homurtu gibi hiç de hoş olmayan bir ses daha karışıyordu. Hiçbir notaya gelmeyen, ne olduğu anlaşılmayan bu sesler gündüz ortasında işitilse belki kulaklara bu kadar kötü gelmez, insanı evhamlandırmazdı. Fakat gittikçe sönen bir ay, gittikçe çukurlaşan bir mezarlık, gizliliklerle korkunçlaşan karaltılar, bütün bu dekor içinde sinirler geriliyor, insanın üzerinde korkutucu, ürpertiler veren kötü bir etki yapıyordu.
Sadi öbür uçta, yani seslerin geldiği tarafa en uzak noktada bulunduğu için sordu:
“Ne oluyoruz?”
Nihat: “Acayip, korkunç sesler geliyor.”
Sadi: “Nereden?”
Nihat: “Geldiği yer belli değil Belki etrafımızdaki mezarlardan.”
Sadi: “Ölü ses vermez. Hele şu mezardaki kemiklerin dile geldiği görülmüş bir hadise değildir. Yürüyelim.”
Feyzi, çizgi yönündeki hareket noktasını bırakarak Nihat’ın yanına geldi:
“Ya cadılar, hortlaklar, bunlar sessiz yaratıklar mıdır?”
Sadi: “Böyle şeylere inanıyor musunuz?”
Feyzi: “İnanmıyorum ama şimdi içime bir şüphe girdi. Bu söylentileri hep toplasak ansiklopedilerden büyük ciltler meydana gelir. Bunların hepsi asılsız mıdır?”
Sadi: “Kuşkusuz.”
Feyzi: “Avrupalı bilim adamları içinde bile bunlara inananlar var. Bu ünlü adları benim kadar sen de bilirsin. Psikolojiye, manevi şeylere ve müspet ilimler dışında kalan tabiattaki bilinmeyen kuvvetlere dair yazılmış ciddi eserleri okumamışsan da işitmişsindir.”
Sadi: “Azizim, bu meselenin burada tartışmasını yapacak değiliz. Bunu uygunsuz buluyorum. Ne vakit tabii tarih bilginleri hortlak efendiyi veya cadı hanımı yakalarlar, boyunlarına zinciri takarlar, hayvanat bahçesine getirirler, neden dolayı ve ne suretle hortladıklarının tarihçesini esaslı bir şekilde açıkça anlatarak kafeslerinin üzerine asarlarsa bunun bir gerçek olduğuna herkesle beraber ben de inanırım. Şimdi bu konunun sırası değil. Yürüyelim… Öndekileri kaybettik.”
Nihat: “Sahi… Nereye sıvıştı onlar? Hiç sesleri çıkmıyor.”
Feyzi: “Ya çarpıldılarsa?”
Sadi: “Böyle ahmakça söz istemem. O kadar zamandan beri buralara geliyorlar çarpılmadılar da bu gece mi ecinniye, hortlağa uğrayacaklar?”
Hart hartlar yine duyuldu.
Feyzi, Sadi’ye:
“İşitiyor musun?”
“İşitiyorum.”
“Bu acayip ses nedir? Nereden geliyor?”
“Aşağıdakilerin göremeyeceklerini bilsem şimdi elektrik feneriyle etrafı arardım.”
Nihat: “Olmaz. Hem aşağıdakileri kuşkulandırmış oluruz… Hem de…”
Delikanlı sözünü bitirmeden sustu. Sadi sordu:
“Ey hem de?”
Bu defa lakırtıyı Feyzi tamamlayarak:
“Hem de hortlağı kızdırmış oluruz. Çünkü onlar aydınlık sevmezler. Yarasa tabiatlıdırlar. Bir söylentiye göre de cadı, kocaman bir yarasa imiş.”
“Haminnenden iyi tabiat dersleri almışsın.”
Feyzi’nin kararsızlığı üzerinde durdular. Bir süre hart hartları dinlediler. Ses bazen duruyor, bazen yavaşlıyor, bazen artıyordu.
Sadi nihayet sordu:
“Feyzi gelmeyecek misin?”
“Bu sesler içime acayip bir korku getirdi. Bile bile çarpılmak istemem doğrusu…”
Sadi: “Nihat sen?”
Nihat: “Ben de biraz korkmuyor değilim. Fakat sen yürürsen eşlik ederim.”
Sadi: “Feyzi, biz Nihat’la gidiyoruz. Sen burada tek başına kal. Bakalım korkan mı çarpılacak? Korkmayan mı?”
Feyzi telaşla:
“Ben gitmeyince tabii sizi de bırakmam.”
Sadi: “Biz seni gitmeye zorlamadıktan sonra sen bizi kalmak için nasıl zorlayabilirsin?”
Feyzi: “Arkadaşlık böyle olur. Anca beraber kanca beraber…”
Yine