Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

“Böyle Avrupalılaşmak sevdasındaki serbest fikirli adamlar bu mahallelerde öyle rahat rahat barınamazlar. En fena dedikodulara uğramaktan yakalarını kurtaramazlar.”

      Feyzi: “Tayfur’un kişiliği üzerinde sonra konuşursunuz. Şimdi bu acayip çocuğun hareketlerindeki bilmeceyi çözmeye bakalım.”

      Nihat: “Merakınız ciddi ise üçümüz el ele vererek bu çözülmesi zor işi pek çabuk halledebiliriz.”

      Feyzi: “Nasıl?”

      Nihat: “Önce her rahatsızlığı göze aldırmak ve hiçbir yorgunluktan yılmamak gerek.”

      Sadi: “Zaten işin tadı orada. Bu rahatsızlıkların, yorgunlukların ne olduğunu söyleyiniz. Tekliflerinizin hiçbirine karşı bir şey söyleyecek değilim, işte size önceden söz veriyorum.”

      Nihat: “Bu Tayfur’la Ferhat’ın gece hareketlerinde hiçbir düzen yok. Belki yarın gece yine giderler. Belki üç gece, dört gece sonra…”

      Feyzi: “Hakkın var.”

      Nihat: “Bunun için siz yarından başlayarak her akşam bana misafir olursunuz. Allah ne verdiyse yeriz. Avluda alesta üç bisiklet bulundururuz. Pencere arkasından onları gözetleriz. İkisi konağın kapısından çıkar çıkmaz biz de makinelerimize atlar, biraz ara vererek onları izlemeye koyuluruz. Olmaz mı?”

      Feyzi sözü biraz şakaya bozarak:

      “Niçin olmasın? Zaten ben karın doyurmak için akşamları düşecek yer arıyorum. Sen kabul ettikten sonra bu ne olduğu bilinmeyen işin aydınlığa kavuşacağı zamana kadar buraya kapılanmak benim canıma minnet.”

      Bu sırada oda kapısından ihtiyar bir uşak görünerek:

      “Beyefendi, misafir geldi. Müsaade ederseniz yanınıza çıkmak istiyor.”

      Nihat çatık bir suratla:

      “Kim?”

      “Mahalle camisinin meyzini…”6

      Ev sahibi iki misafirine dönerek:

      “Ne dersiniz, gelsin mi?”

      Feyzi: “Niçin gelmeyecek? Tabii gelsin… Biz konuşacağımızı konuştuk. Kararımızı verdik.”

      Bir dakika sonra eski bir abaya sarınmış, kır sakallı, derbeder, sarıklı, ihtiyar bir softa içeriye girdi. Eli göğsünde, boyun keserek dervişçe bir selamla alçak bir sedirin ucuna ilişti.

      Nihat Bey: “Merhaba meyzin baba.”

      Meyzin: “Merhaba evlat.”

      Nihat Bey: “Hayrola?”

      Meyzin: “Yok, hiçbir şeyde hayır kalmadı. Üzerimizden bir Tanrı gazabı esiyor. Bu gidişin ilerisini iyi görmüyorum. Biliyorsunuz, cami-i şerifin meyzini de benim, imamı da, kayyumu da… Siliyorum, süpürüyorum. Beş vakit ezanı okuyorum. Bazı geceler kendi kesemden iki kandil yakıyorum. Cemaat gelmiyor. Biz böyle günlerde Tanrı’ya yalvarmazsak, onun evine uğramazsak ne zaman ibadet edeceğiz; Tanrı’dan günahlarımızı bağışlamasını dileyeceğiz? Topal Hafız’ı bilirsiniz. Mevlit okur, mukabele okur, aşır okur geçinirdi. Önceleri camiye o gelirdi. Yatsı namazlarında ikimiz cemaat olur, namazımızı kılar, ikişer sure okurduk. Hafız sizlere ömür, Hakk’a yürüdü. Artık cemaat gelmiyordu. Fakat halkın bu imansızlığına, bu ihmaline, tembelliğine alıştık. Kimse gelmese de cami-i şerif kutsallığını muhafaza ediyordu.”

      Nihat Bey: “Ne oldu? Cami-i şerifin kutsallığını bozacak bir hâl mi ortaya çıktı?”

      Meyzin gözlerini sulandıran bir hüzünle:

      “Camiyi depo yapacaklarmış. Geldiler, çizmelerle gezdiler. Gittiler. O gece sabaha kadar okudum. Namaz kıldım. Dua ettim. Tanrı’ya ve bütün erenlere, evliyalara yalvardım. Bu yakarışlarım Tanrı katında kabul olundu. Çok şükür bir daha gözükmediler. Şimdi şikâyetim başka taraftan… Komşumuz olacak o Tayfur Bey midir Menfur Bey midir? Bu çocuk Firavun gibi Tanrı’ya ortaklığa kalkışıyor. Konağın damı üzerinde türlü türlü araçlar… Güya onlarla dünya yüzüne ne kadar yağmur düştüğünü ölçermiş. Hava yarın iyi mi olacak, fena mı anlarmış. Tanrı korusun, haşa hiç Tanrı işine karışılır mı? Beyin lalası Halil Ağa Müslüman bir adamdır. Gelir bazen benimle dertleşir. Beyin bu kâfirce davranışlarından yana yakıla şikâyet eder. O söylüyor. Tayfur damın üzerine araç koymuş, gökyüzü ile konuşuyormuş. Konakta bir odası varmış. İçeriye kimseyi koymazmış. Duvarlarda düğme gibi bir şeyler, teller, yuvarlaklar… Sonra bir masanın üzerinde yine teller, borular, semaver gibi araçlar, gramofon borusu, iri şekerci külahı gibi ağızları geniş birtakım nesneler… Bunların ortasına otururmuş. Kulaklarına ufak birer tekerlek yapıştırmış. Etrafı dinlermiş. Bu âlemin dört köşesinde ne oluyor ne bitiyor, hepsini işitirmiş. Bu hâl keramet sahibi kimselere mahsustur. Evliya işidir. Ne haddine birtakım abdestsiz, namazsız, temizlikten yoksun herifler, birtakım kâfirler ve kâfir mizaçlı insanlar, boruların önlerine oturup da kulaklarına araba beygirlerinin göz kapakları gibi tekerlekler koyarak gökleri dinlesinler. Tanrı’nın sırlarına ersinler. Bu küstahlar karınlarının gurultularını duyarlar da gökten ses geliyor sanırlar.”

      Sadi Bey daha fazla susmaya dayanamayarak:

      “Meyzin Efendi, bunlara telsiz telgraf, telsiz telefon diyorlar. Her millet bu yeni fenler için çalışıyor. Türk gençlerinin böyle şeylerle uğraşmaları neden kabahat olsun?”

      Meyzin baba bir iki tövbe getirdikten sonra:

      “Kabahattir. Günahtır. Tanrı’ya ortak koşmadır.”

      “Neden?”

      “Dinimiz telli telgrafı kabul etti mi ki telsizini makbul sayalım?”

      “Medeni milletler neler yaratıyor, buluyorlarsa onları bilmek ve biz de onlara uymak zorundayız.”

      Meyzin yine birkaç defa Tanrı’dan günahlarını bağışlamasını dileyerek:

      “Hiçbir vakit kâfirlere uymak zorunda değiliz.”

      “Görüyorsunuz ya onlar gökte uçuyorlar. Biz yerde kalırsak hâlimiz yaman olur.”

      “Uçsunlar. Onlar kâfirdir. Çünkü uçmak küfürdür. Çünkü uçmak kuşlara, meleklere mahsustur. Bizim uçmamız istenmiş olsaydı Yaradan Hazretleri insanları kanatlı yaratırdı. Mademki Tanrı bizi uçmak için yaratmamış, ona inat uçmak, Tanrı’ya ortak çıkmaktır. Evet uçuyorlar. Görüyoruz, uçuyorlar ama şimdiye kadar kaç bin kâfirin korkunç düşüşlerle toprak üzerinde kafaları dağıldı. Beyinleri patladı. Gâvur inadı bu… İşte yine de uçuyorlar. Uçuyorlar ama bu ısrarın sonunda nasıl gazaba uğrayacakları, ne korkunç uğursuzluklarla karşılaşacakları belli değildir.”

      Nihat göz ucu ile Sadi’ye işaret ederek:

      “Meyzin baba, sen Tayfur Bey’den şikâyet ediyordun. Sonra söz başka yönlere atladı. Yine esasa gelelim.”

      Meyzin zihnini toparlamaya uğraşır gibi biraz düşünerek:

      “Ha evet, bu netameli çocuktan söz ediyordum. Bu acayip yaratık ruhlarla da haberleşiyormuş. Bu ne küstahlık, bu ne delilik? Daha doğrusu ne yalan, ne martaval… Onun konuştuğu rahmani ruhlar değil kötü ruhlardır. O bey şeytanlarla görüşüyor. Görürsünüz, bu çocuk en sonunda çıldırır. Ahirete ait sırları açığa vurmak kutsal ruhlara yasaklanmıştır. Onlar dünya işlerine de hiç karışmazlar. Bu mübarekleri masa başına çağırıp da onlarla bu alçak dünyanın fesatlıklarına, dedikodularına dair konuşmalar yapmak iddiası iğrenç bir saçmalıktır. Masa başına gelenler, dirilerle birlikte şarap, konyak içenler şeytanlardır. Yüksek ruhlarla buluşma