Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

gidelim. Konağın önünü bir kolaçan edelim. Belki bir engel çıkmıştır da bu akşam henüz yola koyulamamışlardır.”

      “Sana bizden ziyade merak sardı galiba?”

      “Ne diyorsun kardeşim? Tayfur Beyefendi kıratında bir kibar oğlu ile Doktor Ferhat gibi bir fen adamının arkalarında iri çantalarla gece yarıları mezarlıklarda ne işleri var? Kaçakçılık mı ediyorlar? Hırsızlık mı, büyücülük mü?”

      “Hazırda bir bisikletin var mı?”

      “Kardeşimin rüzgâr gibi bir Pejo’su3 var. Silinmiş, yağlanmış, hazır duruyor. Yalnız lastiklere hava vermekten başka bir işi yok.”

      “Zaten Nihat da beni bekler. Ferhat’ın arkasından hemen yola çıkamadığıma belki de kızmıştır.”

      “Haydi öyleyse önce Nihat’a uğrayalım. Orada duruma göre bir karara varırız. Haydi, haydi durmayalım.”

      İki delikanlı çayhaneden dışarı fırladılar.

      2

      Hızlı adımlarla caddeyi boyuna yürüyorlar, vakit kaybetmemek için hiç konuşmuyorlardı. Tepelerinden ışıklar saçan ay, sokağı hafifçe gümüşle bezemişti. Önlerinden koşan gölgelerine yetişmeye uğraşırmış gibi bir acele ile koşuyorlar, lakin öncülük eden o iki akıcı insan şekli her adımda daha ileri atılarak aralarındaki açıklık hiç değişmiyor, daima aynı ölçüde kalıyordu.

      Şehzadebaşı’nın tuhafiyeci ve çeşitli eşya satan dükkânları kapalı idi. Enli saçağın gölgesine gömülmüş bir sıraya oluklu çinko kepenklerden bazıları kulak tırmalayan bir hırıltı ile iniyordu. Cami mezarlığının pencerelerinden iri kavuklu, yıkık, metruk mezar taşları, tarihimizin vakarlı bir dönemini sabitleştiren taş kesilmiş bir müze gibi ay ışığının yarı güne benzeyen sırlı beyazlığı altında heybetli heybetli bakıyorlardı.

      Nihayet Feyzi sessizliği bozarak:

      “Sadi, şu demir parmaklıkların arkasındaki ölülere bak. Ay ışığı ile mezar taşı gölgelerinin birbirine girift şekillerinde yüreğimi titreten bir şeyler okuyorum. Ve sanıyorum ki, o şeytanı andıran keçilerin çatal sakallarını hemen hemen göreceğim.”

      “Yüreğini sıkı tut. O kadar kuruntulu olma. Şehir içindeki mezarlardan böyle korkarsan sonra sur dışındakilerle ne yapacaksın?”

      Bukağılı Dede’nin önünden saptılar. Nihat, Tayfur’la kapı karşı komşu idi. Evin ziline dokununca hemen birkaç saniye içinde kapı açıldı. Nihat Bey gece yolculuğu için giyinmiş, hazırlanmış, sinirli, öfkeli bir hâlde karşılarına çıktı. Eliyle avlunun bir köşesinde dayalı duran bisikleti göstererek:

      “Bravo Feyzi… Bir saatten beridir boğucu yürek çarpıntıları içinde seni bekliyorum. Neredesin Allah aşkına? Tayfur’la Ferhat o korkunç gizli gece yolculuğuna çıktılar. Bu gece gökte tam bir ay ışığı var. Ayın on dördü… Işık o kadar kuvvetli ki, izlemeye çıksaydım mutlak bu gizliliğin en önemli bir kısmını öğrenir, durumu az çok anlardık. Karanlıklarda gittik gittik bir şey anlayamadık. Böyle uygun bir geceyi kaçırdığımız için üzülüyor ve ümitsizliğe kapılıyorum.”

      Feyzi özür dileyerek arkadaşının sırtını sıvazladı, yanaklarını okşadı:

      “Ümitsizlenme dostum. Bak sana bir arkadaş daha getirdim. Ona bu sırlı geceleri, yaptığımız mezarlık yolculuklarını anlattım. Sadi bizden fazla meraka düştü. Hemen şimdi arkalarından gidelim diyerek iki ayağımı bir pabuca koydu.”

      Nihat sinirli sinirli çırpınarak:

      “Artık geçti. Onlar gideli bir saat oluyor. Yine arkalarında koca çantalarla bisikletlerine atladılar. Rüzgâr gibi uçtular. Bu gece hangi kale kapısından çıktılar? Ne tarafın mezarlığında bir sır arıyorlar? Bunu bilmiyoruz ki o semte saldırarak onları izleyelim.”

      “Aldırma. Onlar ay ışığı demiyorlar, karanlık demiyorlar, bu pek acayip gece yolculuklarına devam ediyorlar. Bu gecekinin son ahiret yolculuğu olmadığına yemin edebilirim. Onlar yine çıkacaklar. Yarın gece, olmazsa öbür gece… Üç gece sonra… Beş gece sonra. Mutlaka çıkacaklar.”

      “Çıkacaklar ama ben çok sabırsız bir adamım. İçimde bu merakla yaşamak bana âdeta işkence geliyor.”

      “Bir insan gizli bir şeyi ne kadar merak ederse onun çözümü zamanında da o kadar büyük bir zevk duyar.”

      “Fakat bundan sonra gelecek fırsatı kaçırmamalıyız.”

      “Kaçırmayız. Şimdi Sadi ile üçümüz bu kovuşturma işini önemle konuşur, tartışırız. Rastlayacağımız güçlükleri ve onlara karşı alınması gerekli tedbirleri düşünürüz.”

      Nihat Bey, “Buyurunuz, buyurunuz. Birer kahve, çay içelim. Uzun boylu konuşalım. Çünkü meselenin çekilecek her türlü derde, sıkıntıya değeri var.” diyerek misafirlerini orta katta bir odaya aldı.

      Sadi Bey içeriye mehtap giren açık bir pencereden dışarı bakarak:

      “Bu İstanbul ne kadar yansa, ne kadar yıkılsa, değişse hiçbir felaket onun yüzünden yüzyılların vermiş olduğu soyluluğu büsbütün silemiyor. İşte bakınız şu Tayfur Bey’in konağına… Konağın ay ışığı altında aldığı Orta Çağ’ı andıran manzarasına bakınız. Bunun zamane yapılarına benzer bir tarafı yok. Tamamıyla Frenklerin, ma-noir4 dedikleri eski yapılara benziyor. Mezarlık servilerinin, çitlembiklerinin, sarmaşıklarının ahirete ait sıkıntılı, siyah gölgeleri altında boğulmuş. Bu ölü bahçesine bakan pencereleri sık ve yukarıdan aşağıya bütün kafeslerle örtülü. Çevresini saran duvar değil âdeta kale hisarı. İçeride kalan serviler sanki bu kapalı kalıştan sıkılarak başlarını hapishaneden dışarı aşırmaya uğraşıyorlar. Sanki içeride dirilerin, ölülerin saklamaya çalıştıkları bir sır var. Zannedersiniz ki, burası insanlara mahsus bir ev değil, bıraktıkları kafes kemikleri şu mezarlıkta çürüyen ruhların armağanıdır.”

      Feyzi de pencereye yaklaşarak:

      “Sahi kardeş, baktıkça insanın kalbine ürküntü geliyor. Tayfur zengin çocuktur. Şişlileri, Nişantaşıları bırakıp da acaba neden konaktan ziyade cinli perili, uğursuz bir tekkeye benzeyen bu korkunç damın altında oturuyor?”

      Nihat, Sadi’ye dönerek:

      “Hiç konağın içine girdiniz mi?”

      Sadi hâlâ gözlerini, zihinleri kuruntu ile dolduran manzaradan ayırmayarak karşılık verdi:

      “Hayır…”

      Nihat devam etti:

      “Konağın içi, dışı gibi değildir. Öbür taraftan Marmara’ya karşı olan nezareti fevkaladedir. Ve her tarafı bir saray gibi mükemmel döşelidir. Bazı odaları birer küçük bedesten zannolunacak kadar antikalarla doludur. Hele büyük salon kıymetli kıymetsiz acayip eşya ile süslenmiş, görülmeye değer bir tuhaflık koleksiyonudur. Tayfur Avrupa’nın meşhur şehirlerini gezmiş, akla hayale gelmez tuhaf şeylerden ne gördü ise onların birer örneğini salonunda taklide uğraşmıştır.”

      Sadi: “Ben Tayfur’la selamlaşırım ama böyle içten içe özel hayatını bilmem.”

      Nihat: “Pek ziyade tuhaflıklar meraklısı bir çocuktur. Espirtizm,5 ölülerle ilişki kurmak, telsiz telgraf, telefon merakı, yıldızlarla haberleşme iddiası, fenne ait olsun olmasın her türlü delilik bu çocukta