Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

da beni küçük görmeyiniz. Ben Cafer Halebi’nin yüksek kürsüsünde okumuş bir adamım. Tanrı’nın sırları bu dünyanın oyuncak dürbünleriyle görünür mü? Haşa, haşa, o nasıl Tanrı’dır ki yaratış sırları dürbünlerin parlak camları önünde bu ahmak insana boyun eğsin… Frenkler dürbünlerle göklere baktılar, baktılar da bize ne söylediler? Daima birbirini yalanlayan, çürüten martavallar okudular. Bunlar daima nifak içinde kalacaklar, hiçbir zaman ve hiçbir gerçek üzerine aralarında birleşme olmayacaktır.

      Efendim, ziyaretimden maksat size ilahiyattan söz etmek değildir. Bu benim gücümün, yetkimin kat kat üstündedir. Biz daima okullarımızdaki yüksek bilimler derslerini Bedros’a verdik. Yanko’ya verdik. Mösyö Hofman’a, Mösyö Koklan’a verdik. Sonunda böyle olduk. Dinimizin kuralları gereğince bir Müslüman bildiklerini bilmeyen Müslümanlara öğretmekle görevlidir. Geçen ramazan Beyazıt Cami-i Şerifi’nde vaaz etmek istedim. Ağız açar açmaz beni derhâl çalyaka ettiler. ‘Dünya meselelerinden söz edecek değilsin. Cemaate yalnız İslam’ın kuruluşunu, dinin kurallarını öğretecek, anlatacaksın!’ dediler. Sonra gazetelerde okudum, gördüm ki, halk terbiyeyi gidip tiyatrolardan öğrenecekmiş. Tanrı korusun, Tanrı bağışlasın, tiyatrodan, Zuhuri’den, Karagöz’den edep öğrenmek…”

      Sadi: “Hakkın var Hoca Efendi. Halk camilerden dine ait, dünyaya ait, eğitimle ilgili pek çok şey öğrenebilir. Nasıl ki bugün Avrupa’da Hristiyan ahaliye kiliselerde çok yararlı yenilikler aşılanıyor! Lakin bir şartla: Eski dedikodu vaaz sistemini bırakmalı. Vaizlerin kafaları yeni bilgiler, yüksek fikirlerle mücehhez olmalı. Kürsüye çıkar çıkmaz müspet bilimlere karşı atıp tutmakla, telsiz telgrafın, telefonun, uçağın, teleskopun, mikroskopun, tiyatronun, sinemanın kaçınılması gerekli şeytan buluşu şeyler olduklarını söylemekle halka ve özellikle İslam dinine hizmet edilmiş olmaz.”

      Meyzin derin derin göğüs geçirerek:

      “Evlat sus, sizin gibi gençlerle bu konular üzerine sohbet etmek sevdasında değilim. Çünkü faydasız olduğunu bilirim. Ne kadar tartışırsak tartışalım ne ben sizi inandırabilirim ne de siz beni imanımdan döndürebilirsiniz. İnsan beşerdir. Bazen şaşırır. Bilmem nasıl oldu da söz istemeden bu yola döküldü. Demin de söylediğim gibi ziyaretimin sebebi başka idi. Tayfur Bey gökten düşen yağmurları ölçsün, karları tartsın, yarın hava güzel mi olacak, fena mı şeytanla görüşerek bilinmeyen âlemlerden haber versin, göklerle haberleşsin, belki Tanrı bu günahlarını bağışlar. Fakat mezarlığa saldırıda bulunmasın. İşlemekte olduğu bu günahı görüp de susmak elimden gelmiyor.”

      Sadi: “Vay Tayfur Bey mezarlığa saldırıda mı bulunuyor?”

      Hoca içini çekerek:

      “Hayhay…”

      “Nasıl? Ne suretle. Rica ederim Hoca Efendi, anlat…”

      Meyzin zikreder gibi gözlerini yumdu. Başını sağa sola çırpındırarak:

      “Gece mezarları karıştırıyorlar.”

      “Meyzin baba, yanlış görmeyesin?”

      “Yanlış değil evlat, yanlış değil. Vakit gece idi. Fakat kaç defa açık seçik gördüm. Tayfur o Ferhat adlı doktorla beraber konağın mezarlığa açılan küçük kapısından hırsız gibi çıkıyor. Mezar kovuklarını karıştırıyorlar. Dertleri, maksatları nedir? Anlayamadım. Müslümanlara bu dünyanın ne üstünde rahat kaldı ne altında…”

      Üç delikanlı, artan meraklarının kıvılcımları gözlerinden saçılarak birbirleriyle bakıştılar. Bu gizli işin tuhaflığı gittikçe büyüyordu.

      Meyzin göğsünden kopan ahlarla üzüntülü üzüntülü sözlerine devam etti:

      “Birkaç defa niyetlendim. Karşılarına çıkıvererek bu yaptığınız şey dine, imana aykırıdır demek istedim. Lakin bilirim Tayfur Bey kibirli, kendini yükseklerde gören bir çocuktur. Zengindir. Sözü geçer, hükmü yürür. Onun yanında benim gibi bir meyzin parçasının ne önemi olur? Belki karşılık olarak sert bir davranışta bulunur. Kötü bir lakırtı söyler. Kalbimi kırar. Güttüğüm dava büyüktür. Ben de dayanamam. Karşılık veririm. Kendim hakarete uğramakla beraber ölüleri de saldırıdan kurtaramamış olurum korkusu ile sustum. Lakin bu suskunluk bana çok ağır geliyor. Düşündüm, taşındım, size başvurmayı daha uygun buldum.

      Nihat Beyefendi, siz Tayfur’un hem komşusu hem de dostusunuz. İkiniz de bir yaşta gibisiniz. Deyimi hoş görünüz, zamane gençleri birbirlerini iyi anlarlar. Ben kulunuzu hiç söze katmadan ona öğüt veriniz. Fen adına, ilerleme, medenilik adına, her ne uğurda olursa olsun mezarlarla oynamak iyi değildir. Toprağın altına çekilmişleri bu dünya işlerine karıştırmaya, onlardan sır anlamaya uğraşmanın sonu, Tanrı korusun, pek fenaya varacağını bir güzel anlatınız.”

      Meyzin sustu. Dalıp kendinden geçmiş gibi yine gözlerini yumdu. Üç genç inançlarına bağlı, saf adamın içten gelen üzüntüsü karşısında duygulandılar. Evet, Tayfur’un mezarlarla önemli bir işi olduğu esaslı bir şekilde anlaşılmış oluyordu.

      Meyzin Efendi dalıp gittiği âlemden bir iki tekbir getirerek ayrıldı. Gözlerini açarak:

      “Çocuklarım, mutekit olduğunuzu ve benimle eğlenmeyeceğinizi bilsem size önemli bir açıklamada bulunurdum.”

      Sadi: “Baba efendi, çok şükür üçümüz de Müslüman’ız. Müslüman evladıyız. İmanımız kuvvetlidir. Mana âlemi ile eğlenen hafif mizaçlı kimseler değiliz. Zamanımız bilimine, fen ve tekniğe aykırı olmamak şartıyla ve bunlara saygı göstererek istediğinizi söyleyiniz. Bizi aydınlatmış ve memnun etmiş olursunuz. Bu madde dünyasının ötesinde bir de sırları çözülmemiş bir mana âlemi bulunduğunu inkâr edemeyiz. Size tuhaf bir şey söyleyeceğim. Bu bir tesadüf müdür yahut manevi bir şey midir, hangisinde karar kılınacağını bilmiyorum. Siz buraya gelmezden önce biz üçümüz de Tayfur Bey’in mezarlıklarda ne aradığını düşünüyor, bu gizli uğraşıyı çözmeye çalışıyorduk. Bunun üzerinde konuşup tartışıyorduk. Sizin aynı meseleye dair görüşmek üzere buraya gelmeniz tuhaf bir tesadüf değil midir?”

      Meyzin Efendi derin bir hayretle:

      “Tesadüf değil oğlum, tesadüf değil. Bu hâl bizi uyarmak için mana âleminin bu surette görünüşüdür. Çünkü buraya ben kendiliğimden gelmedim. Beni veliyullahtan bir zat gönderdi!”

      Üç delikanlı, saflığını taşıran ihtiyar meyzinin bu son sözünü gözleriyle birbirine yorumlamak için yine bakıştılar. Nihayet Nihat sordu:

      “Meyzin baba, sorumu affedersiniz, siz veliyullahla bir ilişkide mi bulunuyorsunuz?”

      Bir onaylama süzgünlüğü ile başı göğsünün üstüne düşen ihtiyar:

      “Eyvallah…”

      “Onlar size fikir ve emirlerini ne gibi bir aracı ile bildirirler?”

      “Mana âleminde…”

      “Demek buraya böyle bir emirle geldiniz?”

      “Evet… Bu mesele ile uğraştığınız sırada gelmem, işin mana ile olan ilgisini açıklamaya yetmez mi?”

      “Gerçekten…”

      Gençler hâlin tuhaflığı önünde bir süre düşündüler. Sadi sessizliği bozarak:

      “Hangi veliyullah tarafından geliyorsunuz?”

      “Komşumuz Bukağılı Dede Hazretleri tarafından.”

      “Getirdiğiniz manevi emir nedir?”

      “Dede Hazretleri dün gece mana âleminde ziyaretleriyle bu aciz kulu