çarçabuk kaçamazlar. Fakat orta kahvenin yanından inen dördüncü mezarlık yoluna kaçarlarsa kendilerini pek kolay göremeyiz. Ama öteki üç yolda vücutlarından eser sezemezsek o çarpık yöne gittiklerini anlarız.”
Sadi hem acele acele konuşarak fikirlerini bildiriyor hem de gözlerini ileriye uçan bisikletlerden hiç ayırmıyordu.
Öndekiler kapının tonozuna yaklaşmak üzereyken Sadi:
“Haydi şimdi uçmalıyız. Birbirimizden ayrı gitmeye de lüzum yok.”
Gerçekten üçü uzun bir çizgi üzerinde bir sıraya uçtular. Öndekiler kapının siyah çerçevesi içinde kaybolduktan az sonra onlar da yetiştiler. Kale kapısını dış sura bağlayan, kaldırımı iri minder büyüklüğünde taşlardan döşenmiş kuru köprüden dört yol ağzına aktılar.
Hemen birer birer yolları bütün dikkatleriyle gözden geçirmeye başladılar. Feyzi elini Hamidiye köyüne giden sağdan ikinci yola uzatarak:
“İşte, işte… Omuz omuza kaldırımların çukurlarına gire çıka dalgalanarak gidiyorlar.”
4
Yolun iki tarafında ormanlık gibi dikilen sık mezar taşlarında, gençlere ayakta bakan hassas, sinirli birer ölü görünüşü vardı. Dirilerin bile ölü hâlini aldıkları gecenin bu sakin sessizliğinde huzurlarını bozmaya gelenlerin kim olduklarını anlamaya uğraşıyorlar sanılıyordu.
Feyzi: “Ne korkunç oluyor. Gece yarısı böyle uçsuz bucaksız büyük mezarlıklardan hiç geçmemiştim. Yüz binlerce ölünün içinde birkaç diri ne kadar yabancı, ne kadar zayıf, ne kadar ürkek kalıyor.”
Nihat: “Şu mezarların içinde yığın yığın çürüyen kemiklerden başka bir şey olmadığını bilmiyor musun? Öndekilere baksana, hiç ürküyorlar mı?”
Feyzi: “Onların biri filozof, öbürü doktor. Bu imansızlara kemik nedir diye sorarsanız size bunun fosfat ve klorür döşo, karbonat döşo ve benzeri şeylerden meydana geldiğini söyleyeceklerdir.”
Nihat: “Yalan mı? Mesele başka türlü ise bizi inandır.”
Feyzi: “Ben ne cami vaiziyim ne filozofum ne de doktor. Kimyager de değilim. Kimsenin inançlarını değiştirmekle, düzeltmekle de görevli sayılmam. Herkes zihninin varabileceği kadar düşünür. Aklının erdiğine inanır. Fakat şu tepelerden denizlere kadar inen bu sonsuz mezarlıklarda ölümün yüzyıllardan beri toplanmış bir manası, bir heybeti var. Sessiz dişleriyle cesetleri yutan bu çukurların üzerine insanların kuruntusu öyle korkunç tuhaflıklar yığmıştır ki, mezarlık deyince yüreğinde soğuk bir ürperme, bir korku duymayan insan bulunmaz. Halkın cadıları, hortlakları hep buralardan çıkar. Cinleri, perileri, inançsızları, saygısızları çarpmak için hep buralarda dolaşır.”
Nihat: “İşte açıkça söylüyorsun. Halkın bu mezarlıklara yığdığı kuruntu diyorsun. Sonra kendin bu kuruntudan ürküyorsun.”
Feyzi: “Bu çukurların içinde, eriyen ve eriyecek bütün varlıkların sırları gömülü… Mezar deyince en kâfir, en inançsız, inkârcı kimselerin bile yürekleri titrer diyorum sana…”
Nihat: “Ben mezarlardan halk gibi korkuya kapılarak titremem. Ha insan kemiği, ha hayvan kemiği… Kurban Bayramı’nda etini yedikten sonra kemiklerini bahçeye gömdüğünüz koçun mezarından niye korkmuyorsun?”
“Ben kuru lafa önem vermem.”
“Kuru laf değil. Duygumu söylüyorum.”
“Gerçekten bu ölüm tarlasından korkmuyorsan sana şimdi şuradan geniş bir mezar kovuğu göstereyim. Gir içine yat. Yoksa bana karşı başka türlü iddianı ispat edemezsin.”
“Her nerede olursa olsun yere kazılmış bir çukurun içine girip de topraklara bulanmak hoşuma gitmez.”
Biraz önden giden Sadi:
“Lafa bir son veriniz. Biz buraya böyle iddialar için değil başka maksatla geldik. Öndekileri gözden kaybedeceğiz. Buraların öyle bir akustik hâli var ki… Küçük bir lakırtı büyüyor, dalgalanıp gidiyor. Seslerimizi öndekilere işittirirsek iş falso olur.”
Soldaki çeşmeyi, sağdaki mezarcı kulübesini geçmişler, su terazisinin önüne gelmişlerdi. Birer büyük sandığa benzeyen pehleleri9 çarpılmış eski biçim mezarlar istifsiz, düzensiz bir yığıntı ile iki tarafı dolduruyordu, eski düz duruşlarını kaybetmiş bazı taşlar fısıldaşan iki insan gibi baş başa vermişlerdi.
Henüz yükselmemiş olan ay, eşyayı asıllarının birkaç katı büyütüyor, servileri yerlere uzanmış korkunç birer gulyabani yapıyor, fesli, kavuklu taşların yere düşürdüğü acayip gölgeleriyle mezarlığın dehşet veren bir karikatürünü çiziyordu.
Üç delikanlı gölgeleri birer deve kadar tümseklenen bisikletlerinin üzerinde yolun elverişli taraflarını arayarak, taştan taşa hoplayarak nefes nefese gidiyorlar. Gittikçe diriler şehrinden uzaklaşıp ölüler yurduna dalıyorlar. Mezarların derinliklerindeki gizlilik, sessizliklerindeki heybet artıyor. Sanki adım adım başka bir âleme yaklaşıyorlar. Başka bir yaradılışa katılıyorlar. Gezegenlerden birine yükseliyorlar.
Feyzi birdenbire:
“Nereye giriyoruz Allah aşkına?”
Sadi: “Öndekilerin gittikleri yere…”
Feyzi: “Onlar hangi sırra ermeye koşuyorlar?”
Sadi: “Bilmem. Şimdi öğreneceğiz.”
Feyzi: “Biz bu işe tuhaf bir merakla eğlence şeklinde başladık. Fakat böyle vakitsiz bu ölüm tarlalarının içinde dolaşıp ahiretin kokusunu aldıkça çocukluk ettiğimizi anlıyorum.”
Nihat: “Neden?”
Feyzi: “Kardeşim bu mezarlar dirilere birer kucak kemikten başka hiçbir sır vermezler. Şimdiye kadar bu gizliliğin arkasından koşanlar boşuna yorulmuşlardır. Belki kimyagerler bir gün altının nelerden meydana geldiğini ispat ederler. Fakat hiçbir fen adamı, hiçbir kimse ölüye ahiretin sırlarını söyletemez. Tayfur’la Ferhat budalalık ediyorlar, olmayacak bir şeyin ardından koşuyorlar.”
Sadi: “İşte iyi ya… Biz de bu budalalığın türünü anlayacağız. Yoksa şu mezarlardan karşımıza bir zevzek ölü çıkıp da onun bize ‘Buyurunuz şuraya. Birer kahve, sigara içelim de size güzel bir konferans vereyim.’ demeyeceğini gayet iyi biliyoruz.”
Şimdi Hamidiye köyüne doğru genişleyen ufuk gittikçe daha sırlarla dolu, hafif, rüyalı bir aydınlıkla açılıyor, yolculara ötede toplanıp bekleşen ruhlarla görüşmeye gidiyorlarmış gibi bir kuruntu geliyordu.
Sadi ani bir hareketle makinesinden yere atlayarak yavaşça, “Dikkat… Öndekiler bisikletlerden indiler. Galiba menzil burası. Bakalım ne yapacaklar?” dedi.
Arada aşağı yukarı iki yüz metreden fazla bir mesafe vardı. Fakat yol genişleyerek servilerin karaltısından kurtulmuş olduğu için Tayfur’la doktorun hareketleri seçiliyor, hafif ay ışığı arkadan vurduğundan öndekileri gösterdiği kadar geridekileri de onlardan saklıyordu.
Üç arkadaş aradaki mesafeyi koruyarak beklediler. İleridekiler karşı karşıya durmuş, bir şeyler konuşuyorlardı. Lakin mesafenin uzunluğundan hiçbir lakırtı işitilmiyordu.
Beş altı dakika konuştuktan sonra besbelli kararlarını verdiler. Makinelerini sırtlayınca sağ tarafa, yani Eyüp Mezarlığı’na daldılar.
Sadi: “Haydi kaçırmayalım. Öncülüğü yine bana veriniz. Daima servileri, mezar taşlarını siper alarak ilerleyelim.”
Nihat: