kıyameti anlamak ister bir merakla gözlerini karanlığa dikti. Eli tabancasında bekliyordu. Üçünün de meraktan, endişeden kırpılmayan gözlerinin önünde, biraz ileride bir karaltı kabardı. Hortlak zırtlak ne ise bu canlı bir şeydi. İşitilen sesin şimdi kesilmiş olmasına göre hart hartları yapan yaratığın bu olduğu anlaşılıyordu.
Üç insan ve bu ne olduğu bilinmeyen hareketli karaltı karşı karşıya durdular. Sadi, aşağıdaki Ferhat’la Tayfur’u ürkütmemek için bu mezarlık canavarı tarafından hücuma uğramadıkça ateş etmemeye karar vermişti.
Üç arkadaş bu canlı karaltının ne olduğunu merak ettikleri gibi galiba o da gece yarısından sonra mezarlıkta bu ölü sessizliği içindeki yalnızlığını, bu bir köşeye çekilmede bulduğu rahatını bozanların kimler olduğunu anlamak için bakıyordu.
Hemen bir dakika süren ve iki tarafın birbirini seçemediği bu acıklı, meraklı yüzleşmeden sonra hortlak sanki “Ne benden size zarar gelsin ne de sizden bana!” filozofluğu ile ağır ağır yokuştan aşağı yürüdü. Kendisinin kötü bir yaratık olmadığını böylece anlattı.
Nihat: “Galiba mezarlığın serinliğini, otlarını, kekiklerini ahırın bozulmuş havasına, mahpusluğuna tercih eden bir öküz.”
Sadi avuçlarının içinde boğduğu bir kahkaha ile:
“Öküz değil koca kulaklı bir eşekti. Fark etmediniz mi?”
Feyzi, göğsünde birikmiş korkuyu birkaç puflama ile boşalttıktan sonra:
“Bunun bir öküz veya eşek olduğunu haydi kabul edelim. Ya o hart hartlar neydi?”
Sadi: “Hayvan hart hart yerden ot koparıyor. Burnuna toz, diken doldukça hızla nefes verip dışarı çıkarmak istiyordu. Seni bu kutsal yerde donunu ıslatacak kadar korkutan zavallı bir eşeğin işte bu kadar tabii hareketleriydi. Oh inekten korkan adama yalnız kahkaha kuşları değil mezarlıktaki ölüler bile güler.”
Mezarlık bayırı altında kaybolan karartının arkasından hâlâ gözlerini ayırmayan Feyzi:
“Uydurup benzetip söylüyorsunuz. O hayvan mıydı, ne idi? Yüzünü, kulağını nasıl fark ettiniz? Ben kör değilim ya… Hiçbir şey seçemedim.”
Sadi: “Ne olursa olsun o bizden korkup çekildi ya… Şimdi biz kendi işimize bakalım.”
Üçü de mezarlık bayırının bir dere gibi çukurlandığı vadiyi seçebildikleri kadar gözleye gözleye bir sıraya inmeye başladılar.
Feyzi: “Ah ah… Bu nihayetsiz karanlık Kâğıthane yoluna, Bahariye Dergâhı’na kadar uzanır. Göz önünden kaybettiğimiz Tayfur’la Ferhat’ı bu ölü mahşerinin içinde artık nerede bulacağız?..”
Sadi birdenbire:
“Sus, sus, bir ses işitiyorum.”
Şimdi üçü birden etrafa kulak kabarttılar. Evet, hafif bir inilti, mırıltı gibi bir şey duyuluyordu. Rüzgâr mıydı? Kuş mu? Yoksa başka bir hayvan mı?
Nihat: “Mezarlığı sessizlik, sakinlik yeri sanmak pek yanlış bir şeymiş. Kuruntu verici ne kadar acayip sesler duyuluyor.”
Sadi: “Çürüyen cesetlere üşüşen hayvanlar vardır. Sırtlanlar, porsuklar, dağ fareleri ve daha neler… Bu geniş imarette yiyecek aramaya gelirler. Tabiat hiçbir yeri boş ve hareketsiz bırakmaz.”
Feyzi: “Şimdi burada bir sırtlanla karşı karşıya gelmek hoş bir şey olmaz. Belki deminden rastladığımız şey bu türdendi. Belki bir mezarda ölü kemiriyordu.”
Sadi: “Hepimizin ceplerimizde dolu tabancalar var. Üç babayiğit bir porsukla baş edemezsek yuf bize…”
Nihat birdenbire haykırmak istedi:
“Gördünüz mü?”
Sadi: “Neyi?”
Nihat: “Şurada… Şurada… En karanlık noktada bir şey parladı, söndü.”
Feyzi: “Mezarlığa nur iniyor.”
Sadi: “Bu Frenklerin feu follet10 dedikleri şeydir. Yalnız mezarlıklarda olmaz. Süprüntülüklerde de olur. Bataklıklarda da… Hayvanlara ve bitkilere ait maddelerin çürüdükleri yerlerde fosfor hidrojenden yükselen ani bir ışıktır.”
Nihat parmağı ile işaret ederek:
“İşte, işte bir daha oldu. Ve sönmedi. Hâlâ devam ediyor.”
Bu defa parlayan şeyi Sadi ile Feyzi de gördüler. Elektrik ışığına benzeyen temiz bir aydınlık sütunu çukurda, mezarların arasında dolaşıyordu.
Sadi bunu görünce:
“Ha… Bu Frenklerin feu follet dedikleri şey değil. Bu âdeta bizim Tayfur’la Ferhat’ın elektrik fenerleri… Mezarlıktaki araştırmaları her ne türdense işte bu çukurda ona başladılar. Müjde, beyleri yakaladık! Aman ses etmeyiniz. Merak ettiğimiz sırra bu gece ereceğiz. Yavaş yavaş siz arkamdan geliniz. Dur dediğim noktada durunuz. Hortlaktan, çarpılmaktan korkmayınız. Bakın, onlara hiçbir şey olmamış. Biz niçin orta oyununun ‘ahta petası’ gibi çarpılalım? Hem biz onlar gibi uhrevi mahfazalarını karıştırarak ölüleri gücendirecek, cadıları kızdıracak bir maksatla gelmedik. Aman aman… Yokuştan aşağı adımlarınızı hesaplı atınız. Omuzlarımızdaki bisikletlerin ağırlığı altında kayarak, düşerek varlığımızı onlara hissettirmeyelim.”
Şimdi dengeli adımlarla ve nefeslerini bile ağır ağır alarak büyük bir dikkatle iniyorlar, indikçe aşağıda iki kişinin konuşması yukarıya vuruyordu.
Seslerin yarı açıklık peyda ettiği bir noktaya kadar yaklaştılar. Ve âdeta bir tiyatronun paradisinden sahneyi seyrediyorlarmış gibi uygun, balkonumsu bir yere geldiler. Mezar taşlarının arkasına saklandılar. Önlerindeki pek meraklı tiyatro sahnesinin bu gizli seyircileri göz ve kulaklarını bütün dikkat ve hayretleriyle mezarlık sırlarının ilk bölümüne verdiler.
6
Gözleri önüne açılan manzara gerçekten insanın sinirlerine fenalık, vücuduna ürpermeler getirecek müthiş bir muamma niteliğindeydi. Tayfur ile Ferhat, pehlesi kırık bir sandık gibi devrilmiş, yanı açık bir mezarın önüne karşı karşıya çömelmişler… Elektrik fenerlerinden birinin ışığını mezarın kovuğuna vermişler, ötekini dışarıya… Önlerinde bir yığın ölü kemiğini karıştırıp karıştırıp bir şeyler konuşuyorlar. Aralarındaki açıklık kelimelerin onda ikisini, üçünü eritiyor. Bununla beraber manalarındaki gizlilik ve kapalılıktan vazgeçilirse cümlelerin çoğu işitiliyor, yalnız kesin bir şey anlamak mümkün değil…
Mezar taşlarının arasında elektrik ışığı ile birbirine karışan alaca gölgeler içinde şeytanca bir görünüşü olan Tayfur, önündeki kemik yığınının bir kısmını avuçlayarak:
“İnsan yarasa iken vücut ve dimağın yavaş yavaş gelişmesi, olgunlaşması uçuculuğunu sürdürseydi şimdi hep cennet kuşları gibi uçacaktık. Yarasa, kuyruğunu iki yandan kaplayan ince deriyi hem dümen hem de paraşüt olarak kullanır. Pilotların henüz niçin bundan örnek almadıklarına şaşıyorum. Yarasa, memeli ve kanatlıdır. Tayyarecilik gelişe gelişe insanın vücuduna takılır iki kanat ile bir kuyruktan ibaret bir şekilde basitleşecektir. Ve çocuklarımız yürümeye başladıkları zaman uçmayı da öğrenecekler, kuş yavruları gibi neşeli neşeli cıvıldayarak damdan dama havalanacaklardır. (elindeki kemikleri oynatarak) Asıl maksadım el parmakları ile ayak parmakları arasındaki farkı göstermektir. Bilirsin ya, yarasanın kanadı fevkalade büyümüş bir eldir. Parmaklarının arasındaki perde, kanadı