Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

beyaz orduları dünyanın yeşillerinden, kızıllarından çok daha dehşetli…”

      İki arkadaşı, Feyzi’nin bu saçma sapan görünen fakat gerçekte birçok noktaları günün olaylarına uyan diskurunu14 dinledikleri sırada o yüksekçe mezarlığın arkasından dikilen iskeletler kaybolmuştu. Doktor Ferhat mezarlığın gece uğursuzluğundan bir an önce kurtulmak için bazı organlarını ovarak, bazılarını silkerek, arkadaşını ayıltmaya uğraşırken ve Tayfur da azıcık kendine gelip de söylenen sözlere karşılık vermeye başlarken tıpkı eski cadılı haile sahnelerinde görüldüğü gibi yine aynı noktadan üç nöbet alev taşmış ve üç kemik kafa Tayfur’un ayrılıp gittiğine razı olmayacaklarını anlatır bir ısrarla yine o mezarlığın yüksekçe bölümünün arkasından boylu boylarınca gözükerek kahkahaya ve sonra ağlamaya başlayınca Feyzi “Tayfur’la Ferhat, bu iki maceracı cüretlerinin cezasını çekiyorlar. Üzerlerine ölülerin öfkelerini çektiler. Bu açıklığa karşı ahmakça ısrar edip de aynı hâle uğramak istemem. Onlara yardımda bulunmak insanlığı ile burada kalıp da mezarlık insanlarıyla kontra gidecekseniz size Allah’a ısmarladık. Ben kurtuluşu, iyiliği hemen buradan ayrılmakta buluyorum.” demişti.

      Bu akılalmaz, fennî kafaların ciddiliklerine sığmaz, anlatılması, açıklanması kabil olmayan olay karşısında ne diyeceklerini şaşıran Sadi ile Nihat da Feyzi’nin mantığını kabul etmek zorunda kalmışlar, bunun üzerine hemen mezarlığı terk etmişlerdi.

      Büyük yola çıkıp da bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallarına vererek kaçarlarken Feyzi:

      “Oh çok şükür hele, çarpılmadan mezarlığın uğursuzluğundan kaçıyoruz. Lakin henüz kendi kendimize geçmiş olsun demeye korkuyorum. Çünkü henüz geçirmedik. Arkamızdan kefenli bir sürü iskelet koşuyor sanıyorum. Olay yerinden uzaklaşıyoruz ama iki tarafımız mezarlık… Hâlâ onların malikânesindeyiz. O mübarekler için bulundukları yerden uzaklaşmak hiçbir şey değildir. İsterlerse şimdi bizi derhâl enselerler.”

      Sadi: “Büyük bir kalpsizlikte bulunduk. İnsanlık değil bu. Ben hâlâ bu fikirdeyim. İki insanı, kendi soyumuzdan iki zavallıyı o kadar acıklı, tehlikeli bir durumda bırakıp kaçmak mertliğe yakışmaz.”

      Feyzi: “Kalaydın ne yapabilecektin? İşte gördün ya bunlara kurşun kâr etmiyor. Hiç zarar vermeden yağmur tanesi gibi üzerlerinden akıp gidiyor. İnanılmaz bir hadiseye şahit olduk. Fakat biliyorum sen hâlâ inançlı değilsin. Dua bilmezsin. Aşır okuyamazsın. Öfkeye kapılmış bu ölüleri hangi kuvvetle kaçıracaksın? Bana sorarsan bu kefenlileri haklı buluyorum. Çünkü beylerin ne maksatla kemik karıştırdıklarını biliyor musun?”

      Nihat: “Biz onların bu tuhaf, anlaşılması zor maksatlarını öğrenmek için buraya geldik. Fakat hiçbir şey anlayamadan gidiyoruz.”

      Üç delikanlı böyle enine boyuna konuşa konuşa fakat hiçbir yönden meselenin ucunu kulpunu bulamayıp sabaha karşı yorgun, bitkin bir hâlde eve düştüler. Yatak yorgan aramadan her biri bir tarafa serildi. Olayın heyecanı ile dimağları uyuşmuş gibiydi. Yorgunluk her şeye üstün geldi. Gençlik uyku besinini almak için direndi. Daldılar…

      Gözlerini açtıkları vakit odayı güneşin ışığı ve sıcaklığı ile dolmuş buldular. Şimdi kıpışık bakışlarla birbirlerinden soruyorlardı:

      O geceki macera ne idi? Rüya mı? Hayal mi? Efsane mi? Birisi bunlara büyü mü yaptı? Esrar mı içirdi? Haşhaş mı yedirdi?

      Hiçbir deyime, yoruma gelmez bir rüya, hiçbir gerçeğe bağlanmaz bir macera… Fakat yalan değil… Hâlâ, hâlâ derin bir uykudan sonra bu gece olayı bütün izlenimleriyle, bütün dehşetiyle zihinlerinde yaşıyordu. Şöyle gözlerini yumunca kefenli iskeletleri görüyorlar, kahkahalarını, ağlamalarını işitiyorlardı.

      Sadi: “Biz olayın seyircisi idik. Üzerimize bir uğursuzluk sıçratmadan hele kurtulduk. Fakat asıl macera sahipleri ne hâlde? Öldüler mi? Döndüler mi? Tayfur’un konağına birini yollayıp da gerçeği anlasak…”

      Nihat, ihtiyar uşak İshak Ağa’yı bilgi almaya gönderdi.

      Feyzi: “Sadi, sen aklını beğenmiş bir adamsın. Çok şeye inanmazsın. Söyle bakalım, şu gördüğün hâle ne dersin?”

      Sadi: “Gayritabii bir olay derim.”

      Feyzi: “Gayritabii diyorsun ama gözlerimizin önünde geçti.”

      Sadi: “İspritizmacıların da gösterdikleri akla, fenne uymaz birçok gariplikler var.”

      Feyzi: “Sen bana şunu söyle ki, açıkça gözlerimizin önünde geçen bir olayı sırf akla, fenne uymadığı için inkâr mı edeceğiz?”

      Sadi: “Kardeşim, ölü mezardan kalkıp gülmez. Ağlamaz da… O gördüklerimiz takır takır iskeletti. Bilirsin ki, gülmek için kalp lazım, ciğer lazım, gırtlak lazım. Hasılı bütün takımıyla bir ağız, bir ses cihazı lazım. Daha doğrusu hayat lazım…”

      Feyzi: “Sade kemikten çatılmış bu üç yaratık karşımızda gülüp ağlamadılar mı?”

      Sadi: “Evet.”

      Feyzi: “Ya bu üç kurukafanın gösterdikleri mucizeyi kesinlikle inkâr edeceksin ya da tasdik. ‘Evet, işittim. İskelettiler, güldüler, ama ölü gülmez.’ gibi saçma bir lakırtıyı kabul etmem.”

      Sadi: “Dahası var.”

      Feyzi: “Nedir?”

      Sadi: “Gördün ya, iskeletlerin bürünmüş oldukları kefenler yepyeni ve sakız gibi beyazdı.”

      Feyzi: “Evet.”

      Sadi: “Peki, bir ölü etleri tamamıyla çürüyüp dökülünceye kadar mezarda yatar da kefeni o çürümeden hiç etkilenmeden böyle deliksiz, lekesiz, bembeyaz nasıl kalır?”

      Feyzi: “Sen yargılamalarını hep akla, mantığa, fenne, tabiata uydurarak yürütmek istiyorsun. Hiç tabiatüstü olaylara yanaşmıyorsun. Azizim, olağanüstü bir hâl karşısındayız.”

      Sadi: “Benim fikrimce tabiatüstü diye bir şey olamaz. İnsanlar akıl erdiremedikleri şeylere böyle derler. Onlar tabiat kanunu dışında meydana geliyor sandıkları garipliklere bu adı verirler. Hâlbuki tabiat kanunu dışında hiçbir şey olmaz, meydana gelmez.”

      Feyzi: “Tabiat kanunu dışında hiçbir şey olamayacağına bu kadar kesinlikle emin olduktan sonra o üç kurukafanın önünden titreyerek bizimle beraber, nah kuyruk, niye kaçtın? Mademki tabiatça ölünün diriye saldırması imkânsızmış, niçin yanlarına giderek bunun yanlış bir görüşten başka bir şey olmadığını ispata yanaşmadın?”

      Sadi: “Ölünün mezardan çıkması, dile gelmesi tamamıyla tabiat kanunlarına aykırıdır. Fakat mademki bu imkânsız şey karşımızda olağan şekle girdi, mutlak bunda bir şeytanlık var. Onlar bize korkutucu gözüktüler. Böyle şeytanca bir bilinmezliğin üzerine gitmekte büyük bir tehlike olabilir. Bununla beraber fikrime uyarak bana cesaret veren birkaç kişi daha olsaydı belki üzerlerine yürümekten de çekinmezdim.”

      İshak Ağa, Tayfur’un konağından şu haberi getirdi:

      “Beyler gece yarısı bisikletlerle gitmişler. Ortalık ağarırken bir kira arabası ile eve dönmüşler. Fakat aman ya Rabbi, ne hâlde bir dönüş!.. Birinin bacağı kırılmış, ötekinin kolu… Konağa doktorlar, çıkıkçılar girip çıkıyorlar. Birçok hatırlı kişiler geçmiş olsuna geliyorlar. Beyler büyük bir uğursuzluğa uğramışlar. Fakat işin içyüzü her ne kadar gizli tutuluyorsa da ihtiyar meyzin gerçeği ezan gibi mahallenin kulağına okumuş. Abdestsiz ellerle mezarda