Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

kurtulmak nasıl kabil olacaktı?

      İki delikanlının korkuları şimdi gittikçe derinleşiyordu. İçlerinde karanlıktan ürken çocuklar gibi ince bir titreme vardı. Fakat bu korkularını açıktan açığa dile getirmeye sıkılıyorlardı. Bu mezarların arasında gerçekten dolaşan rahmani yahut şeytani ruhlar var mıydı? Ölü kemiklerini karıştırmakla bunları kızdırmış mı oldular? Belki bu öfkeli ruhlar, o çukurların içindeki dağılmış vücut kafeslerinin sahipleri idiler. Bu ruhlar kızınca iddia olunduğu gibi mezarlarına saygısızlık edenleri çarpıyorlar mıydı?

      İki arkadaş böyle söylentileri, inançları hep masal diye dinlerlerken şahidi oldukları şu garip hâl karşısında şimdi halkın vücut verdiği bu hadiseleri, doğruya, yalana ihtimali olan bir teori suretinde muhakemeye uğraşıyorlardı.

      Onların içinde kıvrandıkları bu zor hâle acır gibi en hassas, en titrek yürekten taşan bir ağlama, karanlığı delen ve ruha işleyen matemiyle ortalığı inletmeye başladı.

      Tayfur’un sinirlerine saralanır gibi bir tırmalanış geldi. Kendini tutamadı:

      “Oh Ferhat, onlar ruh ise biz insanız. Onlar ölü ise biz diriyiz. Bu görünmezlere oranla iki kat bir varlığa sahip bulunuyoruz. Yani hem ceset hem de ruh sahibiyiz. Şu karşımızda cilvelenen şeyler kuruntu olsun, gerçek olsun, uydurma olsun, niçin bu kadar korkuyoruz? Bir ölü dirilmez. Bu ilimce, fence, akılca ispat edilmiş bir hadise değildir. Fakat bir diri ölebilir. Bunun için bu ölüler biz dirileri öldürürlerse kendilerine benzetmiş olurlar. Ruh ruha yine onlarla kozumuzu pay edebiliriz.”

      Yine aynı noktada üç şimşek çaktı. Arkasından o zeklenen kahkahanın hevenkleri karanlığı titretti.

      Tayfur artık kendini hiç tutamadı. Sanki uğradığı ani bir deliliğin saçmalıkları ile karanlığa haykırarak; “Kahkaha dirilerin hakkıdır. Ve belki de sen bir dirisin. Ölü, hayata karşı olan son sırıtışını donmuş dudaklarında sonsuz bir gerilişle mezara götürür. Ölü, hayatın bütün yalanlarına derin fakat sessiz güler. Ve dünyanın bütün felsefelerinden kuvvetli bu gülümsemesiyle gömülür. Toprağın üzerinde kalan bütün hısım akrabası ona ağlarken ölü yerin altında gülerek çürür. Her şey ölümlü, geçici, iskeletin dişlerinde taşlaşan bu gülümseme ölümsüzdür. Üç dört bin yıl sonra mezarlarından çıkarılan firavunların kemik kafaları bugün tahtlarından kovulan hükümdarların sonlarına hâlâ gülüyorlar. Senin ara sıra çaktırdığın şimşekten ben korkmam. Çünkü yıldırımdan eski zaman cahilleri korkarlar. Yeni zaman adamları yıldırımı yakalayıp hapsediyorlar. Hatta ondan küçük bir kutu içinde bir parça benim cebimde var. Nasıl şeysin? Ben de seni görmek isterim.” dedi.

      Tayfur küçük projektörünü bütün o sırların, gizliliklerin cilvelendiği noktaya çevirdi. Elektrik ışığının aydınlattığı manzaranın dehşeti karşısında ikisinin de gözleri büyüdü. Ağızları açıldı. Boğazları kurudu. Sinirleri boşandı. Alevler, sesler çıkan uhrevi aile mezarlığının arkasından bembeyaz kefenlere bürünmüş, yalnız yüzleri meydanda, bir sıraya üç iskelet, öbür dünyadan bakan çukur gözleri, düşmüş burunları, etsiz, dudakları sade kuru dişlerle çevrilmiş ağızlarıyla gülüyorlardı.

      Tayfur arkadaşının bileğinden tutup tıkana tıkana sıkarak:

      “Hayalet mi bu? Ne görüyorum? Kefenler içinde dimdik üç ölü… Kafataslarının kara deliklerinden alaylı ve korkutucu bir şekilde bize bakıyorlar.”

      Ferhat aynı şiddetle arkadaşının elini sıkarak onun korkusuna katıldığını anlattıktan sonra:

      “Senin gördüklerini aynen ben de görüyorum. Hayal değil, gerçek değil. Ne olduğunu anlayamadığım ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız dünya ile ahiret arasında bir acayiplik… Bu olsa olsa yalnız bir surette açıklanabilir.”

      Tayfur artan titremelerle hâlâ doktorun bileğini sıkarak:

      “Nasıl?”

      “İkimiz de deliliğin eşiğinde dimağca bir karışıklığa uğramış olabiliriz. Şu gördüğümüz canlı ölüler… Akılları tam kimselere gözükmezler sanırım.”

      Tayfur titremelerin diline de geçmesiyle kekeleyerek “Eğer delirmenin eşiğinde isem ben bu kapıdan içeri girip tam çıldırmak isterim.” dedi.

      Tabancasını üç kefenli iskelete çevirerek, dan, dan, dan ateş etti.

      Cadılar, hayaletler silah kurşunları karşısında erirler, dağılırlar, esîre karışırlarmış. Lakin bunlar ne kaçtı ne dağıldı ne de yerlerinden kıpırdadı. Sırıtkan, inatçı, çukur gözlerinin o değişmez korkutuculuğu ile hâlâ dimdik bakıyorlardı. Kurşunlar, etsiz, kalpsiz, damarsız kuru kemik vücutlarının bir tarafından girip öbür yanından çıktı mı? Yoksa kurşun geçirmeyen zırhlara çarpar gibi üzerlerinden akıp yerlere mi düştü? Bu belli değildi. Yalnız bu ölümlü olmayanlara kurşun tesir etmediği ve etmeyeceği anlaşıldı. Nefsinin korunması yolunda son şiddet, son çare, son silahını kullanıp da tehlike karşısında aczini anlayan bir zavallının ümitsizliği ve artık gel öldür, ne yapacaksan yap anlamında bir teslim oluşla Tayfur titrerken, üç komik vücudun öteki âleme ait bir ahenkle birleşen ve baykuşları ürpertecek en acı kahkahaları koptu.

      Bedbaht delikanlı, Ferhat’ın kolları arasına düştü. Kendini kaybetti…

      8

      Ertesi günü Kırksekbanlar Mahallesi’nde tuhaf, heyecan verici, halkın dedikodusuna elverişli bir ortamda bir haber yayıldı. Türlü yorumlarla ağızdan ağıza dolaşıyor, her işiten bir “Hiiiyyy aman ya Rabbi!” ile küçük dilini yutarcasına nefesini içeri çekiyor, söz her budak arasında ballanarak dal budak salıvere salıvere mahalleden mahalleye, semtten semte yayılıyordu.

      Tayfur Bey’le Doktor Ferhat büyü yapmak için gece mezarlıklardan ölü kemiği toplarlarken çarpılmışlar…

      En büyük merak Sadi, Nihat, Feyzi’yi, bu üç delikanlıyı sarmıştı. Çünkü akıllar almayan, her türlü muhakemeleri şaşırtan ve gerçeğe benzemeyen, bununla birlikte gözlerinin önünde geçen o korkunç sinemaya hayretten, korkudan titreyerek seyirci olmuşlardı.

      Tayfur kefenli iskeletlerin üzerlerine tabancasını boşaltıp da tıpkı “tir”de, yani nişan atma salonunda taneyi geyiğin alnı ortasına isabet ettirince hayvanın acı bir feryat koparması gibi o sırlarla dolu ölüler de kahkaha salıvermişlerdi. Bu nasıl olmuştu?

      Tuhaflık, daha doğrusu uğursuzluk Tayfur’un bayılması ile sonuçlanınca Feyzi iki çenesi birbirine çarparak:

      “Arkadaşlar, ukalalık istemem. Siz alabildiğine inançsızlık gösterebilirsiniz. Lakin ben gözlerimin önünde geçen bu mezarlık mucizesine inanmak zorundayım. Bu üç iskeletin ağlamalı, kahkahalı çağrıları, kışkırtıcılıkları üzerine bu mezarlığı dolduran bütün ölülerin üzerimize yürümeyeceklerini ne biliyorsunuz? İlk önce Tayfur bayılır. Sonra Ferhat çarpılır. Daha sonra bu tiyatronun son saf seyircileri, yani biz yengece döneriz. Bir merak yüzünden buraya kadar geldik. Göreceğimizi gördük. Daha ötesini merak etmek deliliktir. Ölüler sırlarını öğrenmeye gelenlerden hoşlanmazlar. Haydi bakalım, şuradan hemen sıvışalım. İmansız geldik, Allah’a şükür imanlı gidiyoruz.”

      Sadi: “Bu zavallı gençleri bu acıklı hâl içinde bırakıp gitmek insanlık mıdır?”

      Feyzi: “Mezarlığın uğursuzluğuna, öfkesine uğramış kimselerin içine karışıp da aynı uğursuzluğa tutulmak istemem. Onların buraya ne fikirle mezar karıştırmaya, kemik toplamaya geldiklerini biliyor musunuz?”

      Sadi karşılık