Hüseyin Rahmi Gürpınar

Dirilen İskelet


Скачать книгу

çalkalanıyormuş…”

      Sadi: “Bakınız, üç iskeletten sonra meseleye bir de evliya girdi. Rüyada meyzine görünmüş. Bukağımı çöz demiş. Meyzin baba her şekilde rüya görebilir. Fakat dikkat etmişsinizdir ya, dede hazretlerinin bukağısı sandukanın parmaklığına bağlanmıştır. Hazretin mezardaki kutsal ayağı serbesttir. Manevi uçuşlarına bu zincir parçası engel olamaz. Demir halkalarla bir evliyanın değil, herhangi bir ölünün ruhu dahi hapsedilemez. Bu apaçık bir gerçekken kürek mahkûmu gibi dedenin sandukasını zincire vurmaktan batıni yahut zahirî ne mana çıkarılır? O evliya ki, gerektikçe ahirete ait mahfazasını terk etmek istediği vakit meyzin gibi bir dirinin yardımına muhtaç kalıyor. Bu aciz, onun evliyalık şanına nasıl yaraştırılır? Meyzin efendiden sormalı. Dedeyi tekrar zincire vurdu mu? Yoksa salma mı bıraktı? Bu önemli hususu anlamak, çarpılmaya hak kazanmış mahalle günahkârlarının selametleri bakımından mutlaka lazımdır.”

      Tartışma böyle uzamakta iken Nihat Bey kart dö vizitinin üzerine “Dün geceki sırlarla dolu maceranızın tuhaf bir surette seyircisi olduk. Meraktan ölüyoruz. Ziyaretimizin kabulüne imkân varsa rahatsız etmeye hazırız.” cümlelerini yazdıktan sonra ev sahibi olarak bu yazdıklarını iki arkadaşına gösterdi:

      “Ne dersiniz? Bu kartı Tayfur’a göndereceğim. Kabul edilirsek belki merakımızın halline yarayacak bazı şeyler öğrenmiş oluruz.”

      Nihat’ın bu fikri uygun görüldü. Kart gönderildi.

      9

      Biraz sonra, “Buyursunlar.” karşılığı geldi. Üç arkadaş eski usul mimarlığımızın son örneklerinden bu tekke tarzındaki evin yağhane direkleri üzerine tutturulmuş geniş avlusuna girdiler. Genç bir uşağın kılavuzluğu ile uzun merdivenlerden çıktılar. Geniş sofalardan geçtiler. Konağın birçok bölümü tekrar şık camlıklarla bölünmüş, fazla pencereler kapatılmış, tavanlar değiştirilmiş, boyalar, ıstampalar, kâğıtlarla duvarlar tazelendirilmiş. Her taraf genç esvabı giymiş kocakarılar gibi yeni usulde döşenmiş.

      Misafirler hastaların yattığı mabeyin odasına alındı. Tayfur’la Ferhat karşı karşıya iki ceviz karyolaya uzanmışlardı. Vücutlarında çarpılma, yüzlerinde büyük bir ızdırap eseri yoktu. Fakat henüz betleri benizleri yerine gelmemiş ve gözlerinden derin bir şaşkınlıkla karışık korku durgunluğu hâlâ silinmemişti. Hâlâ dimağları geniş odanın loş havasında sırıtan üç iskeletle uğraşır gibiydi.

      Ferhat’ın sargılı kolu görünüyor, Tayfur’un kazaya uğramış bacağı yorganın altında duruyor, fazla olarak alnı da gazlı bezlerle sarılı bulunuyordu.

      Misafirler hastaların yüzlerini görmeye elverişli üç koltukluya yerleştikten sonra Nihat geniş bir memnunluk gülümsemesiyle:

      “Sizi çok iyi gördüm. Felaket mi diyeyim? Uğursuzluk mu? Uğraştığınız garip macera hakkında o kadar konuştular, o kadar büyütülmüş, şişirilmiş söylentiler dolaştı ki, sizi lakırtı edemeyecek bir hâlde bulacağımızı sandık.”

      Tayfur yorgun, ezik bir gülümseme ile karşılık vererek:

      “Bilirsiniz, mahallenin eskiden beri bize karşı bir kötü niyeti vardır. Tamamen çarpılmadığımız için birçokları üzgün… Eyüp ölüleri bizi işte bu kadar çarpabildiler. Bilmem öfkelerini yenemeyerek bu gece oradan buraya kadar gelmeye üşenmeyip de kırgınlıklarını tamamlarlarsa o da kısmetimize…”

      Sadi: “Beyefendi, mahallenin tutucularını, fenne, tekniğe inanmayan bazı kişilerini o kadar kızdırıyorsunuz ki, delisinden evliyasına kadar hepsi fena hâlde size karşı… Ve en son size karşı çıkan büyük varlıktan haberiniz var mı?”

      Tayfur: “Duyduk. Duyduk… Bize karşı çıkması için dedenin bukağısını çözmüşler.”

      Doktor Ferhat yüzünü buruştura buruştura bağlı kolunu aşağı yukarı oynatarak:

      “Emekleri pek de boşa gitmedi. Mezarlıklara çok seferlerimiz var. Dün geceye gelinceye kadar iskeletlerin tehditlerine, uğursuzluklarına hiç uğramamıştık.”

      Feyzi: “Bu mucize karşısında henüz hiçbiriniz nefsinizi düzeltememişsiniz. Fence ve manaca ne olduğunu, niteliğini ve özelliğini açıklayamadığınız bir hadiseden hiçbir korku eseri göstermeden, hafif bir eda ile söz ediyorsunuz.”

      Ve sonra delikanlı kaç zamandır düştükleri merakı, başladıkları izlemeyi ve nihayet dün gece şahidi oldukları tabiatüstü tezahürleri, korkularını, kaçışlarını bütün ayrıntıları ile anlattı. Ve sonra sordu:

      “Bütün mezarlık varlıklarını size karşı ihtilale çağıran iskeletlerin yaman tehditlerinden nasıl kurtuldunuz?”

      Doktor Ferhat geçirdikleri vartanın dehşetini anlatırcasına dudaklarını ısırıp başını sallayarak:

      “Karşımızda cümbüşlenen manzara bir sinema şeridinden yansımıyordu. Çünkü böyle sesli bir makine henüz yapılmamıştır. Hayal de değildi. Gerçek hiç değildi. Çünkü her ikisini de olabilmek için lazım gelen zıt şartlardan birer bölüm vardı. Fakat insan kendini bir tehlike önünde görünce onun kuruntudan gelme bir şey olduğunu biraz anlasa bile yine de korkuya üstün gelemiyor. İşte Tayfur’un bayılması bundandı. Ben de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Yürek çarpıntısından gittikçe duygularım bulanıyor, dimağıma bir duman çöküyordu. Ben de kendimden geçersem bizi kim ayıltacaktı? Karşımızda oynayan gerçek hayal, niteliği bakımından olumsuzdu. Lakin tehlike olumlu idi. Biz onlara kurşun attık, tesir ettiremedik. Fakat bu üç kefenli kahkahaları ile bizi öldürebilirlerdi.”

      Feyzi: “Evet, evet… Sizin elinizde bir savunma çareniz vardı. Tabancalarınız… Silah ateşinin para etmediğini görünce hayal, gerçek her ne ise düşmanlarınıza karşı hayatınızı koruyamayacak bir âciz durumda kaldınız. Korkunuz arttı.”

      Doktor Ferhat Bey yatağının yanındaki tütün iskemlesinden bir tutam sigara aldı. Misafirlerine birer tane fırlattıktan sonra bir de kendisi yakarak:

      “Onların kurşundan etkilenmediklerini görünce tersine benim korkum hafifledi.”

      Bu sözden hiçbir şey anlamayan misafirler birbirine bakışınca Ferhat:

      “Yüzlerinizde şaşırmışlık ifadeleri görüyorum. Çünkü sözümü tuhaf buldunuz. Kurşundan yaralanıp ölmek için canlı olmak şarttır. Bu iskeletler ruhla hareket hâlinde değiller. Kurşun beden kafeslerinin bir tarafından girer öbür yanından çıkar. Bazı kemikleri zedelese bile bunlarda esas organlardan birinin zarara uğraması veya büyük bir damarın açılması ile bizim bildiğimiz suretteki fizyolojik ölümün meydana gelmesi mümkün değildir.”

      Nihat son derece şaşırmış bir hâlde, meraklı bakışlarla Ferhat’ı süzerek:

      “Demek bu iskeletlerin canlı olduklarını kabul etmiyorsunuz?”

      Ferhat: “İskelet nasıl canlı olur a beyim? Şu sandalyenin, masanın, etajerin dirilmeleri ihtimali varsa iskelet de canlanabilir. İskeletler yalnız insan bedeninin kupkuru bir kafesidir. Geçmiş bir hizmetinden başka hayatla ilişiği yoktur.”

      Nihat: “O hâlde bu gördükleriniz nasıl hareket ediyorlar, nasıl gülüp ağlayabiliyorlardı?”

      Ferhat: “Meselenin karışıklığı, düğüm noktası işte burada.”

      Feyzi: “Yine ulu orta inançsızlık gösteriyorsunuz. Siz hep maddecilik üzerine konuşuyorsunuz. Manevi bir kuvvetin, görünmez bir ruhun, bir iskelete girerek cilveleneceğine niçin ihtimal vermiyorsunuz?”

      Ferhat: “Görünmez