kadın şu şekilde söze başladı:
H: “Sen o babalı Arap’ın kim olduğunu tanıdın mı?”
N: “Tanıdım ya! Bizim Mes…”
H: “Sus! Sesini çıkarma. O da seni tanıdı. Şimdi sen hemen buradan kaçmalısın.”
N: “Nereye gideyim ben?”
“Canını kurtarmak için nereye gidersen git. Çünkü bu Arap’ın elinden kurtulmak senin için mümkün değildir. Seni öldürür. Arap’ın kim olduğunu sen bilsen?”
“Bilirim ya! İşte…”
“Sus diyorum! Sana acıdığımdan söylüyorum. Bundan sonra senin için dünyada sağ gezmek mümkün değildir. Hemen kalk başını al da nereye gidersen git. Hem buraya geldiğin yere de gitme. Kimsenin bulamayacağı bir yere git.”
“Aman hoca nene ben nereye giderim!”
“Kız nereye gidersen git diyorum. Öleceksin. Al sana biraz para da vereyim. Şuradan Salacak İskelesi’ne inip kayığa bin, nereye gidersen git. Seni kim kabul etmez? Herkes eder. Zira bu Arap’ın elinden sağ kalamazsın.”
Hoca kadın, Nergis’e birkaç kuruş vererek kaçmak için zihnini epeyce kandırdı. Bunun üzerine hemen o gün Nergis dışarıya içeriye girip çıkarken bir eski ferace, bir kalın yaşmak yakalayıp harem tarafından sokağa açılan bir küçük kapıdan çıktı ve soluğunu Salacak İskelesi’nde aldı.
İhtiyar kayıkçının birisi insan uğramayan o iskelede müşteri çıkmasından ümitsiz olarak bekleyip dururdu. Nergis, “Baba beni götür.” deyince herif daha nereye, kaç paraya götüreceğini de sormaksızın kayığı yanaştırdı. O aralık Nergis’in aklına Tophane ve Karabaş geldi ki orada hemşehri birtakım Çerkezler bulacağından emindi. Kayıkçıya Tophane’yi işaret ederek çektirdi. Cami arkası iskelesine yanaşıp biçare kızcağız cellat elinden kurtulmuş mazlum gibi Karabaş’a can attı. Gideceği yeri bilmez ya? Murdar dereye doğru yürüdü gitti. Orada ak sakallı bir ihtiyar Çerkez’e rast gelip “Aman baba ben kaçağım, senin malın olayım. Ne olursam olayım. Beni sakla.” dedi.
İşte bu ihtiyar, Meddah İsmail’i gizlice alıp Nergis’in bulunduğu eve getirmiş olan ihtiyardır ki kendisi fakir bir tellal olmak münasebetiyle Nergis’ten korunma sözünü işitince mal bulmuş Mağribîye döndü. Derhâl alıp evine götürdü. Ve kimseye bu kızın hâlinden bir malumat vermeyip satılmak üzere bir konaktan çıkmış olduğunu, gerektikçe haber vermek tembihiyle kızı ihtiyar zevcesine teslim etti.
Nergis’in kaçışı ve Mesut Ağa’nın Nergis hakkında tabii olarak kalbî muhabbetinin devamıyla beraber maddi husumetinin sebebi hakkında ta Nergis’in yine Mesut Ağa tarafından satın alındığı zamana kadar bize daha ziyade tafsilat verecek hiçbir olay olmamıştır.
Mesut Ağa, esirci ihtiyardan Nergis’i satın alıp da Karabaş’a giderek kabul edip teslim aldığı zaman biçare kızcağız müşteriye satılmak değil âdeta cellat eline teslim edilmiş demekti. Bir aralık Nergis olanca feryadıyla etraftan yardım istemek tedbirini kurdu. Fakat Mesut Ağa cübbesi altında bir hançer ucu gösterip “Nergis, zerre kadar muhalefet edecek olursan vallahi o anda canını alırım, ses çıkarmazsan canına kastım yoktur, ihtimal ki seni Osman Bey’e de kavuştururum.” demiş olduğundan biçare kız sesini çıkaramadı. Fakat şunu da bilmeli ki bu hâl Nergis ile Mesut Ağa’nın yüz yüze bulundukları bir an içinde gerçekleştiği cihetle Çerkez esirci hiç farkına varmamıştır.
Nergis orada Arap’a hiç ses çıkarmadı dedik. Çıkarmadı. Hatta daha evvelce dahi demiş olduğumuz üzere ta Hayırsız Ada’ya varıncaya kadar da ses çıkarmadı. Lakin adaya çıkıp da Mesut Ağa kendisini adanın içeri taraflarına sevk etmek istediği zaman sesini çıkarmıştı.
Ne demişti? “Aman ayaklarını öpeyim canıma kıyma!” demişti.
İşte bizim bildiğimiz hâl bundan ibarettir. Ondan sonra Arap kızı nereye götürdü, ne yaptı ve bu kadar şiddeti ne mecburiyet üzerine etti? Öyle Arap karısı kıyafetine girip de hadımlara mahsus olan tüysüzlükten ve ince sesten istifade ederek babalı Arap tavrında bir kadıaskerin konağına gitmekten ve orada devlet meselelerinin en mühim tarafları üzerine gelecekte olacakları keşfetmeye çalışmadan emeli nedir? Buralara dair henüz malumatımız yoktur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1801 senesine doğru İstanbul’un hâli bütün bütün başkalaşmıştı. Askerî düzenlemeler ve yeni ıslahatlara husumet nazarıyla bakan fırka erbabı şiddetlerini artırdıkça artırıp bunların mukabili bulunan taraf dahi ıslahat namına sefahatlerini bir dereceye ulaştırmışlardı ki zamanın dur-endişleri2 akıbetin vahametinden pek ziyade korkar idiler. Merhum Asım’ın tarihi okunursa o zamanların hâline dair ayrıntılı ve açık malumat alınabilir.
Biz burada her türlü ayrıntıdan kaçınmakla beraber yine şu kadarcık olsun diyelim ki halkın fikrî galeyanı en yüksek derecesinde olmakla beraber efkârıumumiyenin cereyanı için bir çığır açmak üzere ortada gazeteler dahi bulunmadığından herkes kendi aklının erdiği hezeyanı söyler ve hatta yapılanların gerek lehinde ve gerek aleyhinde bulunan fırkalar erbabı bile fikirce birlik içinde olmayıp birbiriyle açtıkları mücadelelerde aynı fikirde ve aynı meslekte olan arkadaşları birbirinin kanına girecek derecelere gelirdi.
Halkın işlerindeki kargaşalık kendi ellerine bırakılmış bulunan zevatın her biri yalnız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyip görünüşte birbiriyle dost ve müttefik geçinen yüksek zevat bile pes perdeden birbirini uçuruma düşürmeye çalışıyordu. Ancak böyle birbirini kaydırmak mecburiyeti menfaat temininden ziyade mazarratı defetmek maksadıyla gerçekleşirdi. Çünkü hiç kimsenin kimseden emniyeti kalmamış ve baba ile oğul arasında bile emniyetsizlik almış başını gitmişti.
Her taraf casus, her köşe bucak bile fitne ve fesatla dolu idi. Haremlerde kadınların ağızlardan malumat almak için yine kadın casuslar gezip hatta bazı ak ağalar, köse herifler filanlar kocakarı kıyafetinde haremleri dolaşıp kadınlardan işittikleri ehemmiyetli sözleri ganimet gibi yakalarlardı.
Bir aralık “Filan efendiye hakaret etti.” diye bazı adamların boynunu vurmak veyahut “Ağızdan küfür kelime çıktı.” diye asmak dahi revaç buldu. Hâlbuki hakikatte öldürme ve idam sebebi olan şey ne hakaret idi ne de küfür kelime. Filan efendi Zeyd’in kendi hakkında falan yere havadis götürmüş olduğunu haber alarak sadece şu casusluktan öç almak için Zeyd’in katline kadar yürürdü.
İşte âlemin hâlleri gayet tehlike içinde bulunduğu şu sıralarda bir gün bizim Hadım Mesut Ağa kendi evinde köşe minderi üzerine çıkıp iki tarafında bulunan yastıklara iki dirseğini dayamış ve çenesini dahi avuçları içine alıp kim bilir ne gibi bir düşünce ile o kadar dalmıştı ki başının ağırlığı yalnız kolları üzerine binerek eğer vücudunda denge olmasa oturmaya dahi muktedir olamayıp yıkılıverecek kadar kendisinden geçmişti.
Bu anda Mesut Ağa’nın yüreğinden geçen şeyleri kim bilir? Meğer her sırra ve gize vâkıf olan Cenabıhak!
Derken oturduğu odanın kapısı açılıp Osman Bey içeriye girdi. Mesut Ağa bu ziyaretten o kadar rahatsız oldu ki âlemde Osman Bey’den başka her kim odasına girmiş olsa derhâl defedeceği şüphesizdi.
Lakin Osman Bey, Mesut’un âdeta göz nuru idi. Hiçbir şey için hatırını kırmayı uygun göremediğinden mecburi kalkıp karşıladı ise de yerinden kalkması ve beye yönelmesi canlı bir adamın hareketlerine benzemeyip güya bir ruhsuz kalıp bazı makineler vasıtasıyla hareket eder gibi hareket ederdi.
Osman