bir yontulma diyebilirsin.”
UÇURUMUN KENARINDA
Sinir Doktoru Bay Sadi hastalarını nöbetle kabul ettiği sırada muayene odasına ince, alımlı, kibar edalı, güzel bir kadın girdi. Müşteri ve hekim hafif bir reveransla selamlaştılar.
Doktor maroken geniş koltuğu işaret ederek “Buyurunuz hanımefendi.” dedi.
Kadın zarif eğilmeli bir oturuşla koltuğa ilişti. Odaya hafif bir menekşe kokusu yayıldı. Hâlsiz bir eda ile elini alnına götürdü. Yarım dakika yumduğu gözlerini açınca nerede bulunduğunu anlamak isteyen bir araştırma ile çevresine bakındı. Sonra başını eğerek düşünür gibi bir tavır aldı.
Bir doktorun dikkati karşısına ilk çıkışta geçirilen küçük bir heyecan anıydı.
Bet beniz manolya çiçeği solgunluğunda… Yüz, elmacık kemiklerini hafifçe belirten bir süzgünlükte… Lacivert yansımalı koyu gür saçların çerçevesindeki bu yüze uzun kirpikli iki kara göz, baktıkça insanı alan üstün değerde bir tablo güzelliği vermiş. Manolya yaprağını andıran düz neftî elbisesi o çiçekle ilişkisini büsbütün artırıyor.
Robuyla uygun şapkasının kenarında o çiçekten yalnız bir gonca var.
Yüzünde pudradan bir zerre görülmüyor. Ne de dudaklarında yakısı henüz kaldırılmış çiğ bir yara kızıllığı… Boynunda kedileri, kuzuları kıskandıracak boncuk dizileri yok… Elleri manikürsüz…
Modanın yapmacılığından yaraşır yaraşmaz güzelliklerine cila arayan kadınların zevksizliklerinden kaçan bir sadelik heykeli…
Böyle sade kalabilenler tabii güzelliklerine güvenebilenlerdir. Yüzlerini ressam paletine çevirenler güzelliklerine herkesten önce kendilerinin inanmadıklarının herkese karşı bir çeşit itiraflarını yapıyorlar demektir.
Bu tuvalet düşkünleri tabii hâlleriyle sade görünmekten o kadar korkuyorlar ki vapurda, trende, tramvayda suratlarını o bildiğiniz süngere yalatmadan beş dakika rahat duramıyorlar.
Bu levent endamlı, menekşe kokulu kadının ökçesi de basitti. On iki santim topuk üzerine bindikten sonra kendilerini servileşmiş sanan bodur kadınların saflıklarıdır ki bu zararlı modayı sürdürüp gidiyor.
Bayanın yüzünde, modanın yapmacık şatafatlarına düşmeyen tabii güzelliğinden bir gurur gezindiği seçiliyordu.
Doktor bu “neurastenique” hastayı muayeneye hazırlanır bir tavır alarak “Müsaade eder misiniz?” dedi.
Bayan bu isteğe karşı olumsuz anlamda el işaretiyle bir “Hayır!” inledi.
Doktor biraz şaşırarak durdu. Hayır mı? O hâlde hastanın bu muayene odasında bulunuşu neye verilebilirdi? Doktor bu soruyu gözden göze sessiz bir bakışla sordu.
Çabuk anlayışlı zeki kadın cevap verdi:
“Benim derdim muayene ile anlaşılmaz, reçete ile iyileştirilmez. Hastalığımın ilacı eczane kavanozlarında bulunmaz. Tıbbi hidroterapi, masaj, kakodilat dö fer bromür, serum, filan falan topyekûn geçiniz hep bunları. Presyonuma bakarsınız, nabzımı sayarsınız, kalbimi dinlersiniz. Ama bu merkez organının hayati açılıp toplanma hareketi asıl derdimin korkunçluğundan size hiçbir şey anlatmaz. Onu, bana sormalısınız.”
Oturduğu koltuğun iki kenarına dayanarak sinirli bir hareketle yerinden kalktı. Yine oturdu. Doktora doğru eğildi. Derin bakışlarla onun gözlerini aradı:
“Ben bugün buraya vücut hastalıkları mütehassısı bir doktordan ilaç ricasına gelmedim. Gizli günahımı anlatacak bir papaz arıyordum. Maksadım, bir muayene cefasına değil, duvarları sağır bir günah çıkarma hücresine sığınmaktır.”
“Peki hanımefendimiz, beni bir papaz, burasını da bir günah çıkarma hücresi farz edebilirsiniz.”
Bayan baygın süzüşlerle dört yanına bakına bakına:
“Burası her sırrı yutan derin bir kuyudur, değil mi?”
“Emin olunuz öyledir.”
Manolya şimdi daha da sarardı. Küçük fakat ölüm hâlini andırır ve önemli bir sır söyleyecekmiş gibi bir gülümsemeyle yeniden doktora eğildi, ağlar gibi “Ben kocamı sevmiyorum!” dedi.
Doktor kendini tutamayarak tekrarladı:
“Kocanızı sevmiyorsunuz…”
“Sevmiyorum, öleceğim, sevmeyeceğim!”
“Nedenini sormak iznini veriyor musunuz?”
“Sorabilirsiniz.”
“Teşekkür ederim. Kaç yaşındasınız?”
“Yirmi sekiz.”
“Ya o?”
“Kırk beş.”
“Ne zamandan beri evlisiniz?”
“Dört yıl oluyor.”
“Çocuk var mı?”
“İki tane düşürdüm.”
“Bu adamı sevemeyeceğinizi ona varmazdan önce anlayamamış mıydınız?”
“Anlamıştım. Yalnız sevmemek değil, şöylece bir antipati değil, nefretler içinde boğuluyordum. Ben daha okulda küçük bir kızken bana göz koymuş. Zengindir. Babamın yanında türlü dalavereler çevirmek için ortaya avuçlarla para dökmekten çekinmedi. Gözyaşları içinde çırpına çırpına beni onun kolları arasına attılar. Ah doktor, zayıfları, masumları korumak için meydana getirilmiş hükümler kanun kitapları arasında kapalı dururken beri yandan Orta Çağ zulümlerini andırır vahşice haksızlıklar oluyor! Kanun bir kılıçtır, onu kullanacak el ister. Halk içinde yaşı, aklı, kültürü bu işe yarar, bu eskrime idmanlı kaç kişi bulunur? Sonra da beyinleri eski geleneklerle beslenmiş hâkimlerin düşüncelerini kadına tam hürriyetini verecek yeni ahlakın icaplarından yana çevirmek mümkün müdür? Dünya ne kadar büyük devrimlerle altüst olursa olsun, dünyada erkek her zaman hâkim, kadın her zaman onun emir eridir. Kocan, kardeşin, oğlun tepende küstah amirlerdir. Hayat piyasasında kadının değeri düşüktür. Her gün sokaklarda kıskançlık vahşiliğiyle kocaları, âşıkları tarafından bıçaklanarak cesetleri kaldırımlara serilen kadınların felaketlerini gazetelerde okumuyor musunuz? Bu sayısız vakalara karşı hiçbir erkeğin darağacında cinayetinin cezasını çektiğini işittiniz mi?”
Az bir süzgünlükten sonra heyecanla hanımefendi yumruğunu havaya kaldırarak devam etti:
“Böyle olaylarda kanunun şefkati erkekler içindir! Ya ansızın bir öfke ya akılca bir bozukluk falan filan gibi özürler öldürenin yardımına yetişir. Kanunun satırları erkek kafasına göre kadına karşı yorumlanır. Bir kadın kocasının, âşığının üstüne başka bir erkek sevmiş. Vayyy! Bu korkunç davranışın ağır günahıyla artık zangır zangır yer, gök tirer. Gönüldür bu efendim, sevmez mi? Tabiatta sempati, antipati yok mu? Sinirlerimizi, cinsin cinse karşı duyduğu akıl ermez çekiş garipliklerini biz kendimiz mi yaratıyoruz? Gönüldür bu, gönül. Operada mızıka ile bağırmıyorlar mı?
L’amur est un en fan de Bohème
II n’a jamais connu de lois.
Allah korusun, kocası karısını bir erkekle yakalamış. Kadın korkusundan kanepenin altına kaçmış. Fakat vahşi herif tabancayı çekmiş: Dan… Dan… Dann… Zavallıyı bir külçe hâline getirmiş. Doktor beyefendi, tahtaların üzerine akan bu kızıl kan, tabiatın gönüller üzerindeki yenilmez egemenliğini, sempati, antipati denilen sırları etüt eden yeni vicdanlar önünde