insan, hayvan dünyayı bu canlı kalabalıklarla doldurmaktan amaç nedir? Karşılık bir ses alamadığımız bu sorunun cevabını yine kendimiz düşüneceğiz.
Tabiatın bu zorlamasında kullandığı yaman kırbaç da aşktır. Hepimiz bu silahın şakırtısıyla doğduk. Bazılarımızı şairleştiren, bazılarımızı da canileştiren bu aşk kapanına içimizde tutulmayanımız da yok gibidir.
Ahlak ve kanunun vurduğu dizginlerle bu duygunun pratiğinde hayvanların serbestliğinden ayrılıyoruz. Birtakım sınırlanmalarla bağlanıyoruz. Fakat en büyük şiddetini bu uğraşta gösteren tabiatla tepişebilmekteki kudretsizliğini anlayan kanun bu sınırlamalarını gittikçe gevşetiyor. Bunun sonu neye varacak? Şimdi uygarlıkla vahşiliğin arasındayız. Her iki uç birleştiği zaman uygarlıkta mı çok ilerlemiş, hayvanlığa mı daha çok yaklaşmış olduğumuzu anlayacağız.
Ben zamanın kanuna kontrband giden5 iki günah işleyenin suçlarının sonunda meydana gelme bir ürünüm. Anamı, babamı tanımıyorum. Üç günlükken beni bez parçalarına sarıp sarmalayarak cami kapısına bırakmışlar.
Ben hangi soysuzların kanlarından akarak dünyaya gelmişim? Gecelediğim cami kapısında nasıl olmuş da kedilerin, köpeklerin dişlerinden kurtulmuşum? Bu âleme yeni açılan gözlerimi nasıl olup da fareler, kargalar oymamışlar?
Sırf hayvani zevklerine kapılıyorlar, bu aşıdan hiç beklemedikleri doğal meyve meydana çıkınca şaşıyorlar. Tabiatın insanlara bu zevki, o önemli döl işini gördürmek için verdiğini anlayınca bu zavallı ürünü hemencecik yok etmeye uğraşıyorlar.
Hayattaki ilk feryatları hela kuburlarında, bırakılmış kuyularda susturulan zifirî gecelerin kara dalga beşiklerinde uyutturulan bu küçüklerin yasını kim tutacak? İstatistiklerini kim yapacak? Anayı, babayı bu cinayetlerinde durdurmak için sosyetenin alacağı bir önlem yok mudur? Bir gün gelip de her ne biçimde olursa olsun doğurmanın ayıp sayılmayacağını kabul edecek kadar cemiyetin ahlak düşünüşünde bir değişiklik olmayacak mı? Bu sorunların bazı memleketlerde olumlulaştığını görmüyor değiliz.
İnsanlık, nüfusu bu kayıptan nasıl kurtaracak? Eski ahlakın utanç kanunlarına uyarak mı, yeni başlayan cinsel serbest rejimle mi? İnsan mı kalacağız, köpekleşecek miyiz? Dünyaya gelir gelmez ters yüzüne geri çevrilen bu ölüm hükümlülerinin haklarını savunma işinde hangi büyük avukatın sesi yükselecek?
Beni kundakladıkları paçavraların içinde şöyle bir kâğıt bulunmuş:
Türk çocuğudur. Bir hayır sahibinin eline geçip de yaşamak bahtına ererse adını Mesut koysunlar. 41 sayısını da soyadı versinler. Mesut 41. Onun masum yüzünü sıcak gözyaşlarımla yıkayarak cami kapısına, Allah evinin eşiğine bırakıyorum. Önce Tanrı’ya emanet ediyorum, sonra kullardan şefkat diliyorum.
Hey anacığım karanlık gecenin ıssızlığında sessizce mabedin sokak eşiğine bıraktığın bir haram ürününe mutluluğu nasıl yaraştırıyorsun? Bana çok acı bir alay duygusu veren bu garip dileğinin arasından gene bir analık şefkati sezer gibi oluyorum.
Anacığım, anacığım… İkimizi birbirimize bağlayan bu söz bana ne kadar hoş geliyor. Kim bilir, nasıl yenilmez sosyal nedenlerin zoruyla beni karanlık sokağın tehlikelerine bırakmamış olsaydın sıcak kucağında tatlı sütünü emerek büyüyeydim, o zaman ikimiz de mutlu olurduk.
Gece rüyalarımda, gündüz hülyalarımda kendimi cami kapısına bırakılmış bir kundakta haykırır, seni üzerime eğilmiş ağlar görüyorum. Bu benim gözlerimin önünden kovamadığım düşüncedir. Uykularımı kaçıran bir musallat…
Hiç görmediğim yüzüne türlü türlü biçimler veriyorum. Sen bana karanlık gecelerde görünen, ağlayan, ağlatan hayalet bir anasın. Belki yüzümde, vücudumda senden ve gene hiç tanımadığım babamdan geçme benzerlikler taşıyorumdur. Bu kalıtımın torunlarıma da geçeceğinden titriyorum. Atadan kalma bir etkiyle ruhça size çekmiş olmaktan ödüm kopuyor. Hayata aktığım oluğun bayağılığına karşın ne olursa olsun namuslu yaşamak istiyorum. Siz kimsiniz? Nesiniz? Bir hırsız, bir orospu… Namus kanunlarından sıyrılarak cemiyet içinde kaçakçı yaşayan iki sefil… Aman ya Rabbi, beynimi yakan bu korkunç düşünceler arasında yüzümün kızartısını avuçlarımın içinde saklıyorum. Doğuş faciamı bilenlerin kuşkulu bakışları altında eziliyor ve kendi kendimden şüpheleniyorum. Ben hangi yaman asıldan gelme bir soysuzum?
Anam olacak kadının Mesut adı altında bana kırk bir numara markasını vurdurmak istemesinden amacı nedir? Bu işaretin kılavuzluğuyla acaba hayatımı adım adım izliyor mu? Hayatımda yaşayan bu hayaletlerin bir gün et ve kemik maddiliğini almış birer gerçek olarak karşıma çıkıp da ‘Ben ananım… İşte bu da baban…’ demelerinden korkuyorum.
Nerede hırsızlıktan tutulmuş ihtiyar bir serseri, nerede merkeze sürüklendirilen yaşlı, yüzü makyajlı, ahlaksız bir kadın görürsem acaba onlar mı diye helecanlar geçiriyorum.
Gecenin kara sessizliği içine bırakılan kundağı köpeklerin dişlerinden Nasuhi Efendi adında bir hayır sahibi kurtarmış.
Beni öz evladından hiç farksız bir şefkatle büyüterek yetiştirdikten sonra da kendine damat etmek lütfunda bulundu. Dünyada kötülerin fenalıklarına karşı kefaret yerine geçen iyilerin bulunduğu da inkâr olunamaz. Yoksa bu âlem dayanılmaz bir hıyanet, bir anarşi dünyası olurdu.
Otuz bir yaşında, resmî, önemli bir kuruluşun ikinci şefiyim. Refah içindeyim. Kız ve oğlan iki de nur topu gibi çocuğum var. Çevremden her zaman itibar, saygı görüyorum. Bu nimetlere, bu saygılara hakkımı ispatlamak için bataklıktan kurtulan ruhumun olgunlaşmasına uğraşıyorum.
Kurtarıcı babalığım Nasuhi Efendi kim bilir nasıl bir düşünce ile kundağımdan çıkan kâğıdın ricasını yerine getirmekten kendini alamamış, bana ‘Mesut 41’ adını vermiş?
Bir gün içeriye giren odacım Mustafa, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi bir davranışla kulağıma eğilerek ‘Kılıksız, ihtiyar bir kadın sizinle özel görüşmek istiyor. Savmaya uğraştım, bir türlü defolmuyor.’ dedi.
Birdenbire titredim, o zamana kadar bütün gecelerimde kâbuslar içinde beni titreten o korkunç hayalet işte sonunda maddileşerek gündüz aydınlığında apaçık karşıma çıkıyordu.
Ne tutum almalıyım şimdi? Rahatsızlık veren bir dilenci gibi anamı kovmalı mıyım? Yoksa insancıl bir oğul gibi karşılamalı mıyım? Hangisine layıktır bu kadın? Dokuz ay beni karnında taşıdı. Ayıbını örtmek için binlerce benzeri gibi beni boğmayarak cami kapısına diri bırakması da analık yüreğinin bir görünüşü sayılmaz mı?
Odacıya ‘Çağır gelsin… Fakat onun burada bulunacağı sürece içeriye kimseyi bırakma.’ dedim.
Açılan kapı içeriye giren ufak tefek bir kadının üzerine kapandı. Yırtık pırtık bir işçi kıyafetinde… Gıdasızlıktan yüzünün buruşuk derisi anemik bir toprak rengi almış. Aç hayvan bakışıyla üzerimde dolaşan gözleri kuru…
Ben hiçbir şey anlamazlıktan gelerek çatık bir suratla sordum:
‘Kadın, ne istiyorsun?’
Boynunu bir yana eğdi, bakışı baygın bir süzgünlükle tatlılaştı. Helecandan göğsü kabarıp iniyordu. Anlaşılmaz bir şeyler kekeledikten sonra ‘Söyleyemeyeceğim, tıkanıyorum.’ dedi.
Aramızda acıklı bir sır vardı. Ama bunu söylemeye nasıl cesaret edecekti? Yaşlı kadının sönük gözlerinde şimdi