Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gönül Ticareti


Скачать книгу

koruyamaz, haşinleşir, hırçınlaşır, sinirliliğin sonuna gelir. Her vesile ve her tavrıyla bu tiksintisini meydana vurmaktan kendini alamaz. Kocaların çok zekileri değil ahmakları bile bu nefreti fark edebilirler. Kocasından şiddetle nefret eden bir kadını günah üzerinde yakalamak saatini beklemeden önce bırakmalıdır. Vahşi kocalar, âşıklar böyle yapmıyorlar. Kadın, ‘Bırak beni!’ feryadıyla anasının evine kaçıyor, denizaşırı bir yere kayboluyor. Fakat ne yapsa kurtulamıyor. Kokuya saldıran aç bir kurt gibi belde silah, herif kurbanının peşine düşüyor. Sonunda susadığı kanı avuçla içiyor. Kimi zaman âşığı da beraber öldürüyor. Sorarım size, tiksinilmiş kaba bir erkeğin karşılık görmeyen çirkin aşkı yoluna iki cana birden kıymak doğru mudur? Kanun bu işe niçin şaşı bakıyor? Daha doğrusu baktırılıyor? Niçin bu cinayetler bu kadar sık oluyor? Çünkü cinayeti yapan herif bir ceza ile yahut cezasız kurtulacağından emindir. Çünkü böyle bir kadına karşı her erkek diş biler. Cinayette günlerden, haftalardan, aylardan beri sürüp gelen hazırlanma her noktada gözlere çarpıp dururken gene katil hesabına hafifletici nedenler yaratılır. Bu apaçık haksızlıklar kanunun yapılışında mıdır? Açıklanış ve uygulanışındaki yan tutma göz yummasından mıdır? Zamanımızın bu yolda düşünüş vahşetini gelecek yüzyıl şiddetle reddedecek, düzeltecektir. Kafası bugünkü terbiye ile ışıklanmış bir koca, kendisini sevemeyen karısının bu sempatisizliğini öldürmesini gerektirecek bir eylem sayılamayacağını bilir. Karısını başka bir erkekle suçüstü yakalamak, bir koca için çok acı bir felaketse o güne kadar sürüp gelen her açık işarete karşı bu sonu beklemenin ağır bir cezası demektir. Sovyetler’de kadınla erkeği birleştiren bağların çok hafiflediklerini görüyoruz. Gelecek yüzyılda bu bağlar büsbütün başka biçimler alacaktır. Bugün bu çeşit cinayetleri işleyenler, kendi egoist hayvanlıklarından başka karşısındakilerin tabii haklarına saygı göstermeyi bilmeyen geçmiş yüzyılların küflü kafalarıdır. Bir kadını sevmek o kadın üzerinde bazı hakları olmak için bir sebep sayılıyorsa kadının nefreti de ondan ayrılmak özrünü gerektirecek yasal bir gerekçe sayılmalıdır. Hep bu fenalıklar kanun kaçakçılıklarıdır. Hep bu ışığa doğru gidiyoruz. Fakat bu olgunluğa varana kadar şehit vereceğimiz kadınların sayıları mezarlıkları dolduracaktır.”

***

      Bu tuhaf şikâyetlerinin heyecanlarından yorulan bayan başını koltuğun arkalığına verdi. Göğsü kapanıp iniyor, göz kapakları kısılıyordu.

      Doktor yarım bardak suya birkaç damla eter akıtarak “Alır mısınız?” dedi.

      “Teşekkür ederim, daha sonra…” cevabıyla gözlerini bütün bütün yumdu.

      Doktor, bu “asthenique” yüzü incelemeye koyuldu. Bir zaman dinlendikten sonra sinirli kadın korkulu bir uykudan uyanır gibi birdenbire doğruldu. Yine doktorla göz göze geldi.

      Doktor çok yumuşak bir davranışla:

      “Dinlenmek ihtiyacındasınız. Fakat bir iki soruma daha izin verir misiniz?”

      Baygın ses:

      “Buyurunuz.”

      “Siz kocanızı sevmiyorsunuz ama anlaşılan o sizi çok seviyor.”

      “İşte felaket buradan kopuyor ya… Duygularımız tersine olarak birbirine çok uygun.”

      “Ondan nefretinize yol açan hâllerin çeşitlerini de lütfen anlatır mısınız?”

      “Peki, işte kordiyal alınacak sıra geliyor. Ne kadar büyük bir mütehassıs, bilgin, duygulu doktor olsanız yine içinde yandığım cehennemin azabını anlayamazsınız. Bunu hakkıyla duyabilmek için aynı hâle düşmüş bir kadın olmalısınız. Sizi zorla kolları arasına çekmek hakkı olan koca bir yılanın nefesiyle zehirlerini ruhunuza akıta akıta kolları arasında kemikleriniz çatırdarken birkaç kere bayılıp ayılmalısınız.”

      “Hâli, şekli nasıldır bu adamın?”

      “Şamandıra gibi, iskele babası gibi kısa, kalın… Tüylü, varisli, şişko! Bacakları, tırnakları kör, düztaban! Ayakları katmer katmer hasırlı, topukları görülecek şey değil. Nefret uyandıracak bu çirkinlikleri kadından saklamak gerekirken o, hiç ilgisiz sere serpe oturuşlarıyla bu gudubetliklerini insanın gözüne, burnuna sokar. Kalın ense, yusyuvarlak yüz, ortası çökük küçük burnuyla tam bir buldok kafası… Gamsız, duygusuz adam, dünya yıkılsa umurunda değil… Ağlanacak şeylere güler, obur gibi yer, horul horul uyur. Sabahleyin uyanıp da iki kol, iki bacağıyla hayvan gibi çatır çatır gerine gerine, kaba bir mahmurluk almış şişkin yüzüyle beni döşeğe bir çağırışı vardır. Veriniz bana bir yudum kordiyal…”

      Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir hâlsizlikle geri verdi. Yine yumuk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra “Ah!” dedi. “Ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençlikten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke ‘Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana kevserini yudum yudum…’ Her söz başında tekrarlanan bu ‘karıcığım’ bayağılığı beni kusturacak bir hâl getirir: ‘Benim çilek dudaklı, şekerli, gevrek karıcığım…’ Muhallebici, pastacı, manav dükkânlarında tatlı, mayhoş ne varsa artık ben oyum. Oburun şairliği midesinden gelir! Karıcığım… Karıcığım… Zuhuri’den, Karagöz’den halk diline miras kalmış kaba ağızların sakızı bu bayağı, soğuk iltifat beni bitirir. Sonunda istek dolu gözlerini üzerime dikerek saldıracak bir taşkınlık aldığı zamanlarda beş kat binadan kendimi aşağıya atacak bir çılgınlığa tutulurum!”

      Bayan ellerini arkaya atarak titreye titreye can verir gibi ağır fakat dolgun bir nefes boşalttı. Gene yumulup açılan gözleriyle süzüldü. Doktor onu bir zaman dinlenmeye bıraktıktan sonra ricalı, çok yumuşak bir sesle “Hanımefendimiz…” dedi. “Burayı bir ‘confessionnal’, beni itiraf dinleyen bir papaz farz etmiştiniz.”

      “Evet.”

      “Bu papazın görev olarak sizden bir sır sormasına izin verir misiniz?”

      “Buyurunuz.”

      “Kocanızdan şiddetle nefret ediyorsunuz?”

      “Bütün kuvvetimle…”

      Doktor alçalttığı sesine bir gizlilik yumuşaklığı vererek onun kulağına âdeta üfler gibi fısıldadı:

      “Sevmediğiniz kocanızdan boş kalan gönlünüze girmiş başka bir erkeğin sempatisi var mı?”

      Bu soru karşısında tıkanma hıçkırıkları geçiren kadının vücudunu ansızın bir ıspazmoz sardı. Yaralı bir kuş kanadı çırpınışıyla elini doktorun ağzına uzattı, kısık kısık:

      “Hayyyyy susunuz, Allah aşkına susunuz! Uçurumun kenarındayım. Burada duralım… Beni daha öteye itmeyiniz. Hayatın en büyük hakları cinayet biçimine sokan öyle zalim durumları var ki…”

      Bir “défaillance”3 hâlinde yalnız biraz kordiyal aldı. Vücudunun el ve elektrik masajlarına izin vermedi.

      “Çok söyledim… Kesildim… Kesildim… Bindiriniz beni arabama…”

      Birdenbire onun gözlerinin önüne açılan uçurumun korkunçluğundan kaçmak istediğini doktor anladı. Fakat bu zavallı kadın için bu kaçış mümkün müdür? Çünkü o kendini kenarında saydığı uçurumun ta dibindeydi.

      Hasta ruhunun bütün acıları dışarı vuran yalvarma dolu gözlerini şimdi biraz pişman, biraz şaşkın anlatışlarla doktora dikerek:

      “İtiraflarım