Ахмет Мидхат

Henüz 17 Yaşında


Скачать книгу

Efendi’nin bu lakırdısı kendisini dinleyip duran uşağı güldürdü.

      Ahmet’ten önce Hulûsi davranıp dedi ki:

      “Ne gülüyorsun, ayol; işte bu havada yersiz, yurtsuz kaldık!”

      “Efendim, güldüğümün sebebi şu ki saat sekize geliyor. Alafranga saat birden, yani şimdi alaturka saat altıdan sonra otellerin hepsi kapalıdır… Hiçbirisi müşteri almaz.”

      İki arkadaş birbirinin yüzüne baktı.

      Hulûsi arkadaşının kulağına eğilerek dedi ki:

      “Arkadaş, dediğimden başka çare olamayacak. Muvakkat bir zifaf!”

      “Bu da bence olamayacak!.. Hem öyle iğrenç bir iş için birkaç lira harcayacağımıza arabacının istediği yedi mecidiyeyi versek daha akla, hikmete uygun düşer.”

      Bunlar bir yandan şu sözleri söyleyerek, bir yandan da kahveci ile hesaplarını görerek her hâlde araba ile İstanbul’a gelmek tarafı zihinlerince üstün olmak üzere aşağıya indilerse de artık kahvelerin, tiyatroların, falanların kapanması üzerine yağmurun da zorlamasıyla, sokaklarda kıyra, fayton falan değil, belediye dairesinin temizlik arabaları bile görünmemekte idi.

      Hulûsi Efendi dedi ki:

      “Ya şimdi ne yapacağız?”

      “Gene dediklerimi diyeceğim.”

      “Ben öyle senin dediğin yerlerde hiçbir eğlence bulamam.”

      “Ama artık filozofluğun bu kadarı da fazladır ya!”

      “Belki!”

      “Belki melki… Şu hâlde sokak ortalarında mı kalacağız? Bununla beraber bu akşam içki üzerindeki duruma bakılırsa ben öyle sanıyorum ki zifaf yerinden de hoşlanacaksın!”

      “Allah etmesin! Biz o tecrübeleri çok ettik, azizim. Artık unumuzu eleyip eleğimizi de astık!”

      “Aralıkta bir kere aklı başından gidinceye kadar sarhoş olmak öğüdünde bulunan İbni Sina aralıkta bir muvakkat zifafı da öğüt vermiyor mu? Pancar turşusu buna meze olamazsa da şöyle sesleri güzel kızların okuyacakları güzel güzel şarkıları olsun meze yerini tutamaz mı?”

      “Hayır. İbni Sina’da böyle bir öğüt görmedim; yalnız bugünkü muharrirlerden Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân1 başlıklı bir hikâyesini gördüm ki senin bir günlük zifaf evi diye tarif ettiğin, yerleri âdeta birer mihnet yeri olmak üzere ispat ediyor.”

      “Eğer sen öyle her roman yazanın ispatlarına kulak verecek olursan gerçekten gülünç olursun. Akşam lokantada ne diyordun? Âlemin dediklerine inanacak olursak âlem kadar gülünç olacağımızı hükmetmiyor muydun?”

      “Romancıların tasarladıkları âlemin, bir madde âlemi olmayıp hayalde bir âlem olduğunu düşünürseniz romancıları çekiştirmeye lüzum görmezsiniz. Hâllerinden Mihnetkeşan adlı romanda, muharrir, şimdi senin beni götürmek istediğin bir günlük zifaf evlerini öyle bir kılıkla gösteriyor ki hayal ile hakikatın birleştiği yahut birleşebileceği bir nokta varsa o da bundan ibarettir.”

      “Güzel ya, a canım; şimdi hayat ve hakikat bahisleri bizi şu yağmurdan koruyabilir mi? İşte araba yok. Otel yok. Yaz olsa bir camiye giderek son cemaat yerinde sabahı edebilirdik. Zati başımıza hiç de gelmemiş birşey değil ya? Yağmur yağmamış olsa sabaha kadar serseri yankesiciler gibi sokakları dolaşır, vakit geçirirdik. Şimdi şu hâlde ise ben başka çare bulamıyorum. Sen buluyorsan söyle de yapalım.

      Hem teklif ettiğim yerlere gidenler mutlaka oraların alışverişinde bulunmak zorunda değiller ya? Sana bir yatak gösterirler; yalnız yatıp safâyi hatırla uyursun; hatta benim dahi niyetim öyledir. Yok, eğer mutlaka beni sefihlerden sanıp da bu teklifimi sefihliğime veriyorsan, beni affedersin.”

      “E, darılma, kardeşim; dediğin gibi olsun; ama bir şart ile. Ben yalnızca yatacağım; hiç beni zorlama.”

      “Kimin nesine lazım!”

      Hulûsi Efendi arkadaşını bu kadarcık olsun ikna ettiğine memnun olarak Kristal Kahvesi’nin garsonlarından zati kendi evine dönmekte bulunan kılavuzluğuyla şöyle bir misafirhaneye gitmeye karar verdiler. Sokağa çıktılar, biçarelerin şemsiyeleri dahi bulunmadığı için artık gök kubbesini kendilerine şemsiye yapıp yola düzüldüler.

      2

      Bizim iki arkadaş… Hayır, kahve uşağıyla beraber üç arkadaş büyücek bir evin önünde durdukları zaman kendilerini görmüş olsaydınız, gülmekten kırılırdınız. Hulûsi Efendi ile Ahmet Efendi’nin ıslandıkları kadar ıslanmak başka bir zamanda kimseler için mümkün olamaz ki!.. Ya böyle bir zamanda insan yola çıkmaz veyahut yağmurdan korunmak için lazım olan vasıtalara başvurur. İşte bu yüzden Ahmet ile Hulûsi gerçekten hiç görmemiş olacağınız kertelerde ıslanmış idiler.

      Bilemeyiz ki aşırı derecede ıslananlara neden dolayı “Sırılsıklam, sucuk kesilmiş!” derler? Hatta “Sıçana dönmüş!” tabirinin dahi bir türlü sebebini bulamıyoruz. Sucuğun yahut sıçanın başında bir fes bulunup da ıslandığı zaman büzülerek yarım portakal kabuğu gibi bir şey kalır mı?

      Püskülü sıçan kuyruğuna benzeyerek ucundan sular akar mı?

      Bunların arkasında birer setri bulunur mu ki omuzlarından doğru süzülüp gelen sular yenlerinden ve eteklerinden zırıl zırıl akıp oluksuz saçaklardan beter olsun?

      Bacaklarında birer pantolon bulunuyor mu ki şeridi akan sularla ıslanıp ve büzülüp bacaklara sımsıkı sarılarak kendisini yürümekten dahi alıkoysun?

      Hele ayaklarında kundura potin bulunur mu ki pantolondan süzülen sularla dolup bastıkça jark jurk ederek insanın baldırlarına doğru çamurlu suları fıskiye gibi fışkırtsın.

      Hele bu kunduralar zati biraz fazlaca bol iken ıslandıktan sonra biraz daha açılarak artık ayaklar bunların içinde küçük kalmakla, jark jurk ederken, bazı kere dahi tersine dönmek, yani köselesi yukarıya ve yüzü aşağıya gelmek derecelerini bulsun.

      İşte ıslanmış adamın en başlıca hâlleri bunlardan ibaret olur ki bu hâller ne sucukta ne de ıslanmış sıçanda bulunur sanıyoruz; hâlbuki bizim arkadaşlar şu dereceden daha fazla ıslanmışlardı; zira Hulûsi Efendi biçaresi kılavuzu olan uşağa diyordu ki:

      “Aman, arkadaş! Daha gidecek miyiz? İki kürek kemiklerimin arasından doğru sızıp gelen sular bel kemiği hizasında sel gibi akarak kuyruk sokumumda âdeta bir çağlayan oluyorlar.”

      Uşağın cevap vermesine hacet kalmaksızın “büyücek” diye vasıflandırmış olduğumuz ev önüne gelip durdular. Uşak kapıyı çaldı. İhtiyar bir Ermeni karısının garip Rumca konuşmasıyla; “Kimdir?” sualine uşak birkaç lakırdı söyledi ki manası ne olacağı kolayca anlaşılabilir. Uşağın bu sözü üzerine hemen kapı açılmadı. Kadın gene söyledi, uşak gene karşılık verdi. Sözler âdeta uzun konuşma hâlini aldı, hatta kadının sesinin edasından bayağı kızgınlık eserleri dahi anlaşılmaya başladı. En son, kadın, kapı yanındaki pencereye gelip: “Geliniz bakayım; bir kere yüzünüzü göreyim!” deyince Ahmet Efendi’nin hiddeti bir dereceyi buldu ki hemen sağdan geri ederek dönmeye hazırlandıysa da biçarenin ensesini bir düzine kamçılamakta bulunan yağmur bu niyetini kuvveten fiile çıkarmak elden gelemeyeceğini hatırlatmak yolunda dahi bir uyandırma kamçısı oldu. Kendi kendisine: “İşte vicdanca kınanılacağınız bir işi başarabilmek için şu rezil kadının muayenesinden geçmek alçaklığını kabul etmek lazım geliyor. Hatta kadın bizi beğenmeyip de şuradan kovacak dahi olsa hiçbir şey söylemeye hakkımız olmaksızın,