iyi.” diyerek, böyle rezil bir yerde misafir kalmayı kabul etmemek yoluna gider gibi olduysa da Hulûsi Efendi kendisine meydan vermeksizin: “Aç, Dudu, aç! Parası olmayan böyle yere gelir mi?” demiş olduğundan Ahmet Efendi öfkesini yutmak için kendisini zorladı; lakin kadın, ne dese beğenirsiniz! “Paraları buradan, pencereden vermelisiniz!” demesin mi!
Artık, Ahmet, baklayı ağzından çıkarmaya davrandı.
Doğrusu insanın kendi akçesiyle kendisini bu derecelerde rezil etmeye katlanması pek güç bir şeydir; lakin şöyle bir rezalet yerine gelip gitmek için vicdanını sıkıştırmak zorunda kalan insan, bu yoldaki hakaret ve rezaletlere katlanmak zorundadır.
Şuracıkta küçük bir düşünce olarak arz edelim, ki buralara gelip gidenlerin hepsi Ahmet yahut Hulûsi Efendi gibi vicdanını sıkıştırmak zorunda dahi değildir; böyle bir karı tarafından gelen teklif üzerine, göğüs kabartarak: “İşte paralar! Aç bre falan!” diyen de bulunur.
Her ne kadar Hulûsi dahi paraları karıya vermişse de söyleyeceği sözü bu yolda söylemeyip:
“Henüz tanışmadığımız için bu ihtiyatlarda mazursunuz, Dudu. Alınız paraları!” demiş ve işte bu altın anahtar ile o uğursuz kapı açılmıştı.
Karı da özür dilemek için:
“Vallahi, beyim; kusurumuza kalmayınız! Birtakım rezil çapkınlar gelirler, eğlenirler falan da en son para bahsi gelince işin rezaletini çıkarırlar.” dedi. Hulûsi Efendi yumuşaklık gösterip bu edepsizliğe dahi sadece:
“Zararı yok, Dudu; zararı yok!”
Karşılığında bulundu ise de Ahmet Efendi, bu kadarcıkla kalmayarak:
“Bir kere insanın suratına bakarlar da öyle laf söylerler!” dedi. Keşke bunu söylemeseydi. Sözünü esirgemek şanından olmayan karı:
“Efendiciğim, affedersiniz; sizi bu hâlde gören nasıl zatlar olduğunuzu tanıyamazsa mazur görülmelidir.” diye bir tarafta bulunan esvap dolabının kapısındaki aynayı gösterdi ki Ahmet Efendi ile birlikte Hulûsi dahi aynaya bakıp da kendi hâllerini gördükleri zaman öfkeleri kayboldu; kahkahayla gülmeye başladılar.
Ahmet Efendi dedi ki:
“Pek iyi, Dudu; sen ihtiyatı elden bırakmayarak bizden paraları peşin almak istedin. Arkadaşım da hiç ihtiyat etmeyerek sana paraları verdi; fakat ya bize çıkaracağın kızları beğenmeyecek ve burada kalmayacak olursak?”
“Ooo! Onu merak etmeyiniz, beyim; Maryanko’nun evinde beğenilmeyecek kız bulunmaz.”
“Öyle ama biz…”
Ahmet’in bu lakırdısını bitirmesine meydan vermeksizin Hulûsi dedi ki:
“Buraya gelmekte naz eden de önce sen oldun; kız üzerinde ilk bahse girişen de sen oldun! Arkadaş, gerçekten hâllerin pek tuhaftır!”
“Ben sana ne demiştim? Bir şey olunca mükemmel olmalı, dememiş miydim?” Şu kadar ki Ahmet Efendi bu defa şu sözü yüreğinin duygusuna uygun olmak üzere söylemiyordu.
Letâif, ki rivâyât adıyla bu âciz muharririn on yıl önce yazmış olduğu birtakım küçük hikâyeler içinde Mihnetkeşân başlığıyla kaleme alınmış bir küçük hikâye, bütün eksikliğiyle birlikte, nasılsa Ahmet Efendi’nin zihninde güzelce yer etmiş bulunduğu için, bu eve girdiği sırada hikâyenin bütün tasvirleri bir anda zihnine gelerek o hayalleri burada göreceği asıllarıyla karşılaştırmak için sürekli dört yanına bakınmakta ve her ne görürse zihninde “Ne kadar doğru, ne kadar tamam!” diye hâliyle dahi tasdik ifadeleri göstermekte idi.
Bununla beraber Ahmet Efendi’yi bu yerlerin acemisi bir adam olmak üzere de almamalıdır; vaktiyle bu yerlerin pek devamlısı, pek alışkını idi; hatta bu sefihlikten el çekmeye birinci sebep olan şey dahi yine o Mihnetkeşân hikâyesi olduğunu her zaman söylerdi; ancak sekiz on yıldır gerçekten kendi hâlinde ve kendi âleminde yaşayarak şu yoldaki sefihlikleri büsbütün hatırından çıkarmış, unutmuş olduğundan şimdi her ne hâl görürse eski hatıralarını yenileyerek, ondan dolayı tavrında dahi tasdik ifadeleri gösteriyordu.
Acaba Ahmet Efendi burada ne gibi hâller görerek tavrında dahi bu emareleri gösteriyordu?
Bu suale cevaptan evvel şu hakikat göz önüne alınmalıdır ki her şeyin, her hâlin insanda uyandıracağı duygular, hep o insanın önceden hazırlanmış olan istidadına göre olur.
Hikâye ederler ki Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş olan beş altı adam birkaç yıl İstanbul’da kaldıktan sonra memleketlerine gittikleri zaman köylerinin en akıllısı sayılan ve gerçekten de öyle olan bir yaşlı kişi İstanbul’dan dönen bu adamlarla birer birer görüşerek her birine başka başka: “Oğlum, bizim koca İstanbul’u ne hâlde buldunuz? Neler gördünüz? Biz görmeyeli acaba İstanbul başka türlü mü olmuş?” sualini sorar.
Birisinden: “İstanbul’da olan ilim medreseleri dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Medreseleri, imaretleri şöyle gördüm, böyle beğendim!” cevabını alır. Ötekinden ise: “İstanbul umumi bir meyhane hâline girmiş. Adım başında bir meyhane olduğu gibi içki bulunmadık ev de yoktur.” Ve bir başkasından: “İstanbul bir kadın pazarıdır; hiç yok sayılacak kadar ince yaşmaklı hanımlar sokaklarda her kimi görseler yüzlerine gülerler!” cevabını ve ötekilerden dahi böyle, yani yalnız birer meseleye takılıp kalan cevaplar alır. Yaşlı adam da her aldığı cevabı ayrı ayrı tasdik eder.
Zira kendi kendisine der ki: “Herkes İstanbul’u kendi istidadına, kendi uğraştığına göre bir gözle görmüştür.”
Anadolulu akıllı ihtiyarın bu sözü âdeta her meseleye tatbik kabul eden bir sözdür, insan yalnız İstanbul gibi başlı başına geniş bir âlem olan büyük şehri değil, yalnız bir maddeyi, bir şeyi, bir noktayı dahi kendi istidadına göre olan bir gözle görür. “Bunun için Ahmet Efendi’nin de bu gece girdiği yeri kendi istidadına, kendi duygularına göre bir gözle görüşü eğer okuyucularımızdan bazılarına uygun gelmezse biçareyi kusurlu görmemelidir.
Daha evin önüne geldikleri zaman Ahmet Efendi bu evin en alt katında ve “ev altı” denilen yerinde bir ışık görerek, dört yana bakındığı zaman, öteki evlerin hiçbirisinde aydınlık kalmadığı ve bütün mahalleli uykuya vardığı bir zaman, bu ışık kendisini âdeta ürkütmüştü. Kendi kendisine demişti ki: “Bu ışık ne için olabilir? Limana girecek olan gemilere kılavuzluk eden fenerler gibi bu da, şurasının sefihler uğrağı olmasından ve geleceklere yer göstermek için konulmuş bulunmasından başka ne olabilir?” Bu ışık şuraya gelenlere: “Ey şehvet ve sefahat erbabı! İşte kendinizi, kendi vicdanınızda da kabahatli göstermek için aradığınız yer burasıdır ki ettiğiniz ayıbı şimdi sefahat hasretiyle pek de fark edemiyorsanız yarın o hasret, o hırs geçince, buradan, kendi kendinizden utanarak çıkacaksınız hatta o hâlde ben bile size bakmayacağım, utancımdan ışıldak gözlerimi kapamış bulunacağım!” der.
Şimdi, daha evin önünde ilk duygusu bu olan Ahmet Efendi, evin kadın müdürü Maryanko’nun, arkadaşı Hulûsi Efendi ile açgözlücesine ve rezilcesine bir emniyetsizlik göstererek ettiği pazarlığı da görünce:
“Vay, melun; parasıyla kendisini dünyaya maskara etmeye gelen adamların vicdanlarına karşı utançlarını artırmak için bu hakaretlere de cesaret ediyor!” diye içinde duyduğu acıya bir de öfke binmişti.
İçeriye girdiği zaman, dışarıya taşan ışıklarıyla kendisini ilk uyandıran kandili gördü ki konulduğu yer bir köşedir. Kandile en yakın yerleri kapkara ve uzadıkça rengi akçıllaşmak üzeredir. Köşeyi ocak bacası gibi kurum içinde bırakmış olmasına bakılırsa,