Ахмет Мидхат

Henüz 17 Yaşında


Скачать книгу

“Ağacığım!” ve “Efendiciğim!” demek derecelerine, zaman ile ve karı koca arasında tam teklifsizlik başlaması üzerine varılır. “Kocacığım!” ise karı koca arasında gerçekten âdet aşırı bir ince tabir olup bu tabirin kullanılmasına elveren zamanların dahi hususi bir ehemmiyeti vardır. Burada ise birkaç saatlik buluşmaya mahsus olan bir karı, henüz koynuna girmemiş olduğu bir adama şu hitabı etsin!

      Ahmet Efendi’ye bu hâl gerçekten dokundu; ama cigarasızlığın tesiri ona da üstün geldiğinden karı daha merdivenin yarısına kadar çıkmış iken:

      “Aman, bana bir cigara bulunuz; bir de büyük fincanla bir kahve!” dedi.

      Artık karıdan hangi fabrikanın hangi nevi cigarasından istediği yolunda sualler!

      Ahmet Efendi, sözün uzayıp gitmemesi için istediği cigarayı lüzumlu olan vasıflarıyla söyledi; lakin bu izahlar da sözü az uzatmamıştı.

      Gerçek; reji çıkalıdan beri cigara almak için bir yere başvuranlar epeyce uzunca bir sorguya çekilirler. Misal: Dükkânın birisine gittiniz de bir cigara istediniz değil mi?

      “Kaçlıktan?”

      “Hangi fabrikanın?”

      “Zivanalı mı olsun, zivanasız mı?”

      “O fabrikanın bir cinsi kalın, bir cinsi daha incedir; hangisinden olsun?”

      Ahmet Efendi bu suallere meydan kalmamak için: “Beyoğlu Fabrikası’nın yüzlük zivanasız cigarası.” diye bir defada istediğini söyleyerek gene odasına girdi.

      Bir hayli zaman sonra nasılsa cigara ile kahve gelmiş olduğundan biçare adamcağız bunlara atılarak sarıldı, sabah keyfini yerine getirdi. Kahvenin her zaman alışkın olduğu üzere kavrulmuş olmayıp, yüzde altmışı nohut karışık çarşı kahvesi olması, keyfinin gereği gibi yerine gelmesine engel idiyse de artık bu kadar ince eleyip sık dokunacak yerde bulunmadığını düşünerek belanın böylesine katlanmak zorunda kaldı.

      Efendi cigarasını içerken kız birtakım abuk sabuk sualler ortaya sürüyordu; bunların bazılarına yalnız “evet” yahut “hayır” yerinde bir baş sallayışla cevap vererek zihni, içinde bulunduğu hâli düşünüyor, gözleri de kızı süzüyordu.

***

      Bu kız eğer o kadar zayıf olmasa, değirmi çehreli denebilir; saçları, kaşları kumral; gözleri koyu ela; kirpikleri bayağı uzun ve gözlerinin güzelliğini artıracak derecelerde kaşlarla uygun; burnu pek güzel ölçüde; hele ağzı, çenesi pek minimini; orta boylu; eli ayağı da küçük ve güzel bir şey olup, umumi heyetine “bir güzel kız” denilebilir ve hele gülümsediği zaman güzelliğinin arttığı teslim olunursa da içinde bulunduğu hâl kendisini o kadar soldurmuş, yıpratmış idi ki bu güzelliği bulabilmek için insanın pek çok ince görüşlü olması lazım gelirdi.

      Kadınlar, kızlar çok zaman güle benzetilirler.

      Eğer bu kız da bir gül ise öyle bir güldür ki gonca hâline gelir gelmez güzel kokusunu koklamaya saldıran birçok adamın ellerine düşmüş; bunlar koklaya koklaya vakitsiz soldurmuş ve yıpratmış olmaktan başka, onu koklayan burunların en zayıf ve tehlikesizinin nezleden ibaret birçok hastalıkla kirlenmiş olduğu da gülün üstüne bıraktıkları türlü kirlilik izlerinden anlaşılmakta idi.

      Haydi bakalım; midede kuvvet varsa şu hâliyle beraber bir süprüntülüğe düşmüş olan bu gülü elinize alınız da koklayınız!

      Kalyopi’nin vücudunda emmekten, ısırmaktan, sıkmaktan, çimdiklemekten olmuş çürükleri uzun uzadıya anlatmaya imkân yoktur; fakat cigarasını, kahvesini içtiği müddet içinde Ahmet Efendi bu hâllere o kadar dikkat etmişti ki kendisi ressam olsa da kızı resmetmesi lazım gelse, bir daha görmediği hâlde, ezber resmedebilirdi.

      Nihayet, aralarında şu konuşma baş gösterdi. Ahmet Efendi dedi ki:

      “Bizim arkadaş uyandı mı?”

      “Hayır efendim; daha uykudadır.”

      “Nerden biliyorsun?”

      “Şimdi karısı ile birlikteydim.”

      “Karısı kendi yanında değil mi idi? O da bu gece benim gibi yalnız mı yattı?”

      “Hayır efendim; birlikte yattılar; fakat karısı hamama gidecek de…”

      “Hamama mı gidecek? Acayip! Sabahleyin, bu kadar erkenden hamama gitmek!”

      “Erken değil, efendim; saat üç oluyor.”

      Ahmet Efendi önce merdiven başından işittikleriyle, bu hamam bahanesinin iç yüzünü anlamışsa da gene sormaya devam etti:

      “Her müşteri geldiğinde siz hamama gider misiniz?”

      “Her zaman değil; ama hamama sık sık gideriz. Hekimler öyle emrederler.”

      “Hekimler ha? Sizin hekimleriniz de var demek?”

      “Elbette. Kendimizi sık sık hekimlere göstermeyecek olursak nasıl olur? Burası kibar bir yerdir. Buraya hep beyler, efendiler gelirler.”

      “İyi ama şimdi arkadaşım kalkar da karısını isterse ne cevap vereceksiniz?”

      “Hamama gitti diyecekler.”

      “Ya inanmazsa?”

      “İnanmazsa hamama haber gönderip çağırırlar. Hem inanmayacak ne var? Artık gündüz oldu.”

      Bir iki dakika sustuktan sonra, Ahmet Efendi sordu:

      “Senin adın nedir?”

      “Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!”

      “Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.”

      “Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…”

      “En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?”

      “Henüz 17 yaşında!”

      Ahmet Efendi şaşkınlık denizine bir daha daldı! Hâli değişti. Kız ise efendideki bu hâle kim bilir ne mana verdiğinden, dedi ki:

      “Başka yerlerde benden daha küçükleri bile vardır ama burada en küçük ben olduğumdan…”

      “Senden daha küçükleri mi?”

      “Evet efendim, 13 yaşında, 12 yaşında bile vardır.”

      “12 yaşında mı? Acayip! Burası mektep mi?”

      “Evet, burası da bir mekteptir, efendim!”

      “Kız, 13 yaşındaki kızlar âdeta mektep çocuğudurlar. Böyle yerlere onlar nasıl olup da düşüyorlar? Yoksa bu yerlerin ne demek olduğunu bilmiyorlar mı?”

      “Babaları yahut anaları satıyorlar, efendim.”

      “Satıyorlar mı? Nasıl satıyorlar? Onlar halayık mı?”

      “Âdeta satıyorlar! Kızın gençliğine, güzelliğine göre 10 lira, 15 lira, 20 lira, bazı defa 30 liraya kadar satarlar.”

***

      Ahmet Efendi hemen çıldırıyorum sanmaya başladı. Bir cigara daha yakıp: “Mümkün ise bir kahve daha içebilir miyiz?” diye kızdan bir kahve daha istedi.

      Kız merdiven başından “Vasili!” diye bağırarak, Rumca, bir kahve daha ısmarladı. Ahmet Efendi’nin yanına geldiği zaman ise efendi sordu:

      “Şimdi seni de buraya satmışlar mıdır?”

      “Hayır, ben kendi kendimi sattım.”

      “Kendi kendini mi? Nasıl? Anlayamadığım şeyler!..”

      “Evet, efendim; kendi kendimi