naraları ile duvarların titrediğini görürlerdi. Şimdi ise bunların her biri bir yatakta köpek gibi sızmış, dünyalarından habersiz kalmışlardı.
Ahmet Efendi bunu da hatırladı; hatta kendi kendisine düşünce kabilinden dedi ki: “Acaba şu sarhoşlar için bu ev bir batakhane olsa şimdi, şu anda kendi kendilerine uğrattıkları tehlikenin büyüklüğünü hesaplayabilecekler midir?”
Salon dediğimiz yere girdikleri zaman cumba gibi bir yerde bir uşağın horlayarak uyuduğunu gördüler. Maryanko Dudu onlardan önce davranıp ilerleyerek herifin göğsünden dürttü:
“Vasili! Vasili!” diye seslenip uşak gözlerini açtığı zaman:
“Gece uyursun, gündüz uyursun! Nedir senin bu tembelliğin!” diye herife çıkışmaya başladı.
Vasili dediği herif ise zati benzinde kan olmadığı gibi uykusuzluk hâliyle bir kat daha rengi kaçacak; bir konsol üzerinde yarı indirilmiş fitili ile baygın baygın yanmakta ve petrolün bu hâlde çıkaracağı murdar bir koku ile bütün evi kokutmakta bulunan lambanın sarı ışıkları dahi herifin çehresini büsbütün korkunç bir hâle koymuştu.
Esneyerek, gözlerini oğuşturarak ve gelenlere hain hain bakarak aklını başına toplamaya çalışan Vasili, Maryanko’nun çıkışmasına karşı dedi ki:
“Gece uyuma, gündüz uyuma! Geberip gitmeli mi?”
Ahmet Efendi’nin duyguları biraz daha başkalaştı. Bu heriflerin gece de gündüz de uyumamakla vazifeli olmak zorunda olacaklarını göz önüne koyarak, beşer cemiyetinin bir sınıf fertlerini bir sefihlik çirkefine batırmak için açılmış olan şu fabrikanın ne gibi uşakları olduğuna, Vasili’yi örnek aldı; iğrenmesi arttı. Hele Vasili orada sadece uşak sayılacak bir adam değildi. İki metreye yakın boy, seksen santimetre kadar geniş omuz; olur olmaz adama bacak olabilecek kadar kalın pazılar ve yüzünden düşen bin parça olacak kadar çatkın, lanetli, sert bir surat uşak olacak bir adam için fazla ve lüzumsuz şeyler olup bu herifin kalıbına, kıyafetine, tavrına, çehresine bakıldığı ve madamın çıkışmasına aldırmadan bir de cevap verdiğine dikkat olunursa, bu evde asıl vazifesi polislik ve jandarmalık etmek ve evin kanunlarına, nizamlarına uymayanları uymaya zorlamak olduğu anlaşılırdı.
Ahmet Efendi bunu da anladı. Maryanko ise Vasili’ye Rumca birkaç lakırdı söylemeye başladı ki bu sözlerin içinde Mari, Olempiya, Amelya, ve Agavni gibi kadın adları da bulunduğuna bakılırsa yeni gelen müşterilerine çıkaracağı kızları emrettiği öğrenilirdi.
Uşak çıktı. Biraz sonra Maryanko dahi dışarıya çıktı.
İki arkadaş yalnız kalınca, Hulûsi Efendi dedi ki:
“Ne düşünüyorsun, arkadaş? Sanırım, konyakların da hızı geçti?”
“Sarhoşluktan eser bile kalmadı.”
“Ee, ne düşünüyorsun?”
“Hiç! Akşamdan beri iki defa sarhoş olup ayılan bir adamda kafa sersemliğinden, baş ağrısından başka ne olabilir? Fazla olarak bir de ıslaklık, uykusuzluk hesaba katılırsa tir tir içimin titrediğini de pek kolay anlayabilirsin!”
“Sitem ha! Fakat başka sığınacak yerimiz olmazsa ne yapabilirdin? Hatta Kristal Kahvesi’nin uşağına bu hizmeti için bir mecidiye bahşiş bile verdim. Herif olmasaydı…”
“Bir mecidiye bahşiş mi?”
“Ya buraya kadar kılavuzluğunu bedavaya mı sandındı?”
“Yarın o gelip ev sahibinden bahşişini alabilir.”
“Müşterinin de vermesi âdettir.”
“Resmî tabirle ‘teâmül-i kadime riâyet’ ha?”
“Öyle bir surette söylüyorsun ki hemen hemen taş attığına hüküm vereceğim geliyor.”
“Ne münasebet! Ama senin de hâlinden, duruşundan anlıyorum ki sen de bu gece şu gidişimizden pek hoşnut değilsin.”
“Zaruri, mecburi olduğunu anlatamadık mı? Hava böyle olmasaydı bu yerlere kim gelirdi? Ama senin rakı üzerindeki felsefene burada da yer verecek olursak hiç de böyle bir üzüntü, pişmanlık hâli göstermemeliyiz. Mademki bir iştir oldu; mademki üç dört lira masrafa giriyoruz; bari zevkini de çıkaralım.”
“En doğrusu öyle olacak… Ama bunlar galiba kızları getirmeye gittiler. Keşke tembih etseydik de yalnız iki kız getirselerdi.”
“Sebep?”
“Hangisi olursa olsun, iki kız getirselerdi de onlar da beğenilmiş sayılabilselerdi…”
“Hikmetini anlayamadım?”
“Beş altı kız gelirse hepsini alıkoyacak değiliz ya? Sonra ötekilerini üzüntülü üzüntülü geri yollamak nasıl olur ya?”
“Amma yaptın ha! Böyle bir yerde bu kadar utangaçlık… Parasıyla…”
Üst katın merdiveninden aşağıya birkaç ayak patırtısının inmeye başlaması Hulûsi Efendi’ye sözünün tamamlanması için meydan bırakmadı. Bir kız, onun arkasından bir dahası içeriye girdiler. Merdivenin üst tarafından da başka birkaçının ayak patırtısı işitildi.
Ahmet Efendi görenlerin sahiden kakavan sanacakları derecelerde bir şaşkınlık içinde bulunup Hulûsi ise oldukça güler yüzle kızları karşılamaya yürüdü.
Bunlar henüz yataktan kalkmış ve hâlâ esnemekte bulunmuş idiler. Arkalarında birer beyaz gömlek ve onların üzerinde sonradan omuzlarına aldıkları birer palto yahut kabı yırtık kürk bulunup ayakları çıplak ve saçları perişan bir hâlde idiler. Sanki alafranga “reverans” olmak üzere azıcık eğilmekle beraber elleriyle de birer temennâ ettiler ki şu hâle ve istemeye istemeye, kendilerini zorlayarak yüzlerinde gülümseme göstermeye çalışmalarına bakanlar, onlardan önce hiçbir kaltak karı görmemiş olsalar, işte “kaltak” denebilecek kadınların ancak bunlar gibi olabileceğini hükmederlerdi.
Bunların ardınca da başka üç karı daha gelip, beşi dahi kendilerini müşterilere beğendirmek için ellerinden geldiği derecede sevimli yüzlerini gösterdikten sonra birer yana oturdular.
Bu anda hiçbir taraftar söz söylenemeyeceği tabiidir.
Ahmet ve Hulûsi Efendiler, kızları birer birer gözden geçirerek dikkatleri hangisi üzerinde durursa o kızın bir lahzaya mahsus olmak üzere, gözleri yere eğilerek tavrı değişirdi; ama bu hâlin yalnız bir lahzaya mahsus olduğunu bilmelidir. Bu utangaçlık eseri ise kendi hâllerini kendileri dahi korkunç ve ayıp görmekten ileri gelmeyip acaba müşteri beni beğenecek mi, beğenmeyecek mi, şüphesinden doğma bir şeydi.
Müşterinin kendisini beğendiği veya beğenmediği ilk bakıştan sonra, hâlinde belirecek hususi alametlerden anlaşılacağı bu kadınlarca zati denenmiştir ve bu yolda kendileri pek ustadırlar. Her hâlde müşterinin bu tavrını görmemek için bir saniyeye, bir ana mahsus olmak üzere gözlerini yere indirirlerdi.
Sükût bayağı uzadıktan sonra, Hulûsi Efendi, söz açmak için: “Matmazeller size zahmet verdik.” dediyse de kızlarda esnemekten ve elleriyle gözlerini oğuşturup saçlarını, falanlarını düzeltmekten başka cevap görülmedi.
Ahmet Efendi sanki bir acemi asker imiş de ayak talimi ediyormuş gibi oda içinde bir aşağı, beş yukarı gezinmekte ve önce yapıp hazırlamış olduğu cigarasını yakmayı dahi akıl edemeyerek ucu yanmamış cigarayı çekip yürümekte idi.
Neden sonra Maryanko Dudu geldi; dedi ki:
“Nasıl beyefendiler; kızlarımı beğendiniz