Mojgan Sheikhi

Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı


Скачать книгу

her kitabı okurdu. Özellikle de matematik ve gök bilimi ile ilgili kitapları hiç kaçırmazdı.

      Yaz geceleri hava açık ve gökte yıldızlar varken dışarıda uyumayı çok severdi. Saatlerce gökyüzünü, yıldızları ve gezegenleri izler onlar üzerine kafa yorardı. Yaz gecelerini çok severdi, çünkü geç saatlere kadar gökyüzünü izler, gökte ne tür şeylerin olduğunu düşünürdü.

      Muhammed altı yaşından itibaren mektebe gitmiş şimdilerde ise on iki yaşlarına gelmişti. Artık rahatlıkla yazıp okuyabiliyordu. Kur’an-ı Kerim’i okumayı da öğrenmişti. Arapça yazabiliyordu zorlanmadan. Küçüklükten itibaren güçlü bir hafızaya sahipti. Epey bir zaman olmuştu okuma yazmayı öğreneli. İlmî konulara merakı vardı ve merak ettikleri hakkında araştırma yapmak ona müthiş zevk veriyordu. Bu yüzden de kendisine ilim öğreten bir öğretmeni olmasından da son derece mutluydu.

      Hocası bitki türlerini incelemek için köylerine gelmişti. İyi bir bitki bilimcisiydi. Kelimenin tam anlamıyla bir âlimdi ve köy halkı kendisine son derece saygı duyuyordu.

      Muhammed çoğu zaman koyun ve keçileri bozkıra götürürken hocasını orada araştırma yaparken görürdü. Hocası Harezm’in yeşil bozkırlarında yürüyor, çeşitli bitki örnekleri toplayarak onlar üzerinde araştırma yapıyordu. Hocasını yine böyle bir anda bozkırda araştırma yaparken tanımıştı. Hoca yeni tanıdığı bu küçük dostunun çok akıllı biri olduğunu hemen anlamış, onu öğrenciliğe kabul etmişti. Hem Muhammed, bir çobandı ve dağda bayırda bulacağı çeşitli bitki türlerini kendisine getirebilirdi. Hocası bitkilerin bilimsel adlarını ona öğretiyor, gerekli açıklamaları yapıyordu. Muhammed ise bulduğu her bitki türünden, biri kendisi için biri de hocası için olmak üzere iki tane toplamaya son derece önem veriyordu.

      Muhammed ağır aksak koyunların ardı sıra gidiyordu. Derken yemyeşil geniş bir ovaya vardılar. Koyun ve keçiler otlamaya, Muhammed ise bitki toplamaya başladı. Uzaktan hocasını gördü. Hocası sabah erken saatlerde, tan yeri ağarmadan bozkırlarda yürümeyi ve gördüğü bitki türlerini toplamayı çok severdi. Hocası Muhammed’i görünce tebessüm ederek kendisine el salladı.

      Uzun boyluydu. Kumral saçları ve açık kahverengi gözleri vardı. İnce dudaklı, geniş alınlıydı. Uzunca sayılabilecek, çekik burunluydu. Ciddi bir yüz ifadesi vardı ama şefkatli bir hocaydı. Muhammed hocasını görmekten son derece mutlu olmuştu. Sevinçle hocasına selam vererek yanına doğru yürüdü. Topladığı bitkileri hocasına verdi: “Hocam bu bitkileri sizin için topladım. Hepsi birbirine benziyor. Hepsi bir bütünün parçası.” dedi.

      Hocası güldü: “Benden daha fazla bitki toplamaya merak saldın evlat! Bu güzel sabah vakti, böylesine güzel bitkileri nereden buldun böyle?” dedi. Ardından Muhammed’in kendisine verdiği bitkilere baktı dikkatle. Şaşırmıştı. Muhammed’e döndü birden: “Bu bitkilerin bir bütünün parçaları olduğunu nereden anladın?” diye sordu.

      “Yaprak sayılarından ve dallarındaki yeşil halkalardan efendim.”

      O güne kadar Muhammed’e bitki kısımlarını öğretmemiş olan hocası onun bu cevabına çok şaşırmıştı. Muhammed sözlerine kaldığı yerden devam etti:

      “Sizin bitkilere ait parçaları ayrıştırma metodunuzdan yararlandım efendim.”

      Hoca, Muhammed’in sandığından daha zeki ve akıllı olduğunu anlamıştı. Böylesine akıllı bir öğrencisi olduğu için kendisiyle gurur duydu. Son derece mutlu olmuştu. Artık Muhammed’e daha fazla şey öğretmenin vakti geldi, diye geçirdi içinden.

      Muhammed ile hocasının çok zengin bir bitki koleksiyonları vardı. O gün de tıpkı diğer günlerde olduğu gibi otlamakla meşgul olan koyunların yanında oturarak bitki türleri ve bilimi ile ilgili konular üzerine konuştular. Hocası kendisine bazı tohumlardan söz ediyordu. Bu tohumları öğrencisine göstermek istemişti. Yerden kalkıp söz konusu tohumlara doğru yürüdüler.

      Muhammed bozkırdan eve dönmüştü. Eve geldiğinde annesinin sırt ağrıları içerisinde kıvrandığını gördü. Kardeşi Mahmut’a dönerek, “Yarın koyunları otlatmaya sen götür, ben annemle birlikte koruluğa gideceğim.” dedi.

      Sonraki günün sabahı Muhammed annesiyle birlikte odun, çalı çırpı ne bulsalar toplamak için koruluğa gitti. Çalılıklar arasında gezerken bile gözü bitki türlerini arıyordu. Yeni bitkiler bulabilir miyim, diye gözünü dört açmıştı. Koruluğun ortasına geldiklerinde odun toplamaya başladılar. Ansızın, yaprak ve odun parçaları arasında duran büyük bir elmas parçası gördü. Parlaklığı ve güzelliği göz kamaştırıcıydı. Muhammed böylesi mükemmel bir cismi ilk kez görüyordu. Heyecanlanmıştı. Elması yerden alıp gözüne yaklaştırdı. Elmasın içinden etrafına, ağaçlara ve bitkilere baktı.

      Annesi başını kaldırdığında oğlunu gördü. Toplamış olduğu odunları sırtından atarak korkmuş bir hâlde oğluna doğru koştu. Oğlunun elinde duran elması kaptığı gibi uzağa fırlattı. Sinirlenmiş ve korkmuştu. Oğluna, “Neden dokundun ona Muhammed? O elmasların zehirli olduğunu bilmiyor musun? Tehlikeli oğlum onlar. Şimdi koş hemen ellerini güzelce bir yıka bakayım!” dedi.

      Muhammed annesi daha fazla sinirlenmesin diye hemen yakınlarda akmakta olan küçük dereye koştu ve ellerini bir güzel yıkadı. Ancak bazı şeyleri annesine söylemeden de edemedi:

      “Neden zehirli olsun anneciğim? Kim söylüyor elmasların zehirli olduğunu? Elmas cam gibi bir şeydir, neden zehirli olsun ki? Ben onların zehirli olduğuna inanmıyorum!” dedi.

      Annesi daha fazla sinirlenmişti.

      “Bir daha böyle laflar duymayayım sakın. Öteden beri herkes bilir ki elmaslar zehirlidir. Biz babalarımızdan onlar da babalarından duymuş bunu. Şimdi ise sen kalkmış bunun doğru olmadığını söylüyorsun. Ellerini iyice yıka bir daha da böyle konuşma!”

      Muhammed başka bir söz daha etmenin yararı olmayacağını anlamıştı. Ne derse desin annesi inanmayacaktı. Ama o da annesinin dediklerine inanmamıştı. Topladıkları çalı çırpı ve odunlarla eve döndüler. Ancak Muhammed’in aklı görmüş olduğu o elmasta ve elmasın sırrında kalmıştı.

      Günlük işlerini bitirmişlerdi. Güneş batmak üzereydi. Muhammed, annesine görünmeden koruluklara koştu. Elması gördükleri yere vardığında etrafı karış karış aramaya başladı. Sonunda elması yaprakların arasında buldu.

      Bir süre öylece baktı elmasa, “Bu elmasın zehirli olmadığından adım gibi eminim. Bunu, günün birinde herkese ispatlayacağım.” dedi kendi kendine.

      Elması yanında getirdiği küçük testiye koydu ve testinin ağzını da toprakla doldurdu. Elindeki çubukla toprağı eşeledi, testiyi toprağa gömdü. Üzerini toprakla bir güzel örttükten sonra, “Bir gün, elmas zehirlidir diyen atalarımızın sözünün ne kadar yersiz bir inanç olduğunu herkese kanıtlayacağım. İnsanlar şu hurafe ve batıl inançlarda ne buluyor, anlamıyorum.” dedi kendi kendine.

      Ardından eve geri döndü. Annesine hiçbir şey söylemedi.

      Elmasın zehirli oluşuna inanmaktan başka hurafeler de vardı köy halkı arasında. Örneğin havanda sarımsak dövmenin yağmur yağmasına neden olacağına inanılıyordu. Akşam öten horoz uğursuzluk getirirdi köy halkına göre. Dolayısıyla vakitsiz öten horozun başının kesilmesi elzemdi. Aynı şekilde köpeklerin gece havlaması da uğursuzluk sayılıyordu. Bu uğursuzluğun def edilmesi için de kapı önlerindeki çarıkların ters bırakılması lazımdı. Yılanın gözü zümrüdü görecek olsa zümrüt su olup erirdi ve daha neler neler…

      Muhammed yatağına uzanmış gözünü tavana dikmişti. Düşüncelere dalmıştı.