Mojgan Sheikhi

Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı


Скачать книгу

böylelikle az da olsa serinlemeye çalışıyordu. Hava o kadar sıcaktı ki ılık bir rüzgâr dahi esmiyor, yaprak bile kımıldamıyordu. Kuşlar, haşereler, sürüngenler, kısacası etrafta ne kadar hayvan varsa sıcaktan bunalmış, ağaçların gölgesine sığınmışlardı.

      Muhammed okumaya dalmıştı. Birden uzaktan gelen bir atın toynak seslerine kulak verdi. At dörtnala Muhammed’e doğru koşuyordu. Derken iyice ona yaklaştı. Önünde durarak, “Kolay gelsin genç adam, susuzluktan çatlayacağım yanında içecek suyun var mı?” diye sordu atlı.

      Muhammed merakla atlıya baktı. Şimdiye kadar onu civarda görmemişti. Yabancıydı, üzerindeki temiz ve güzel elbiselerinden önemli bir şahsiyet olduğu anlaşılıyordu. İri yapılıydı, siyah dalgalı saçları, esmer ve çekici bir teni vardı. Atın üzerinde oturmasına rağmen uzun boylu olduğu belliydi. Atlının saygın ve sevimli yüzü Muhammed’i etkilemişti. Yüzünde ve tavırlarında gurur ve büyüklük ifadesi vardı.

      Dudakları susuzluktan kurumuştu. Uzun zamandır at üzerinde yolculuk yaptığı her hâlinden belliydi. Muhammed hemen yanındaki su testisinin ağzını açtı ve yanındaki tası suyla doldurdu. Atlı hayret ve şaşkınlık içinde Muhammed’e bakıyordu. Muhammed yanında bulunan kuru bitki ve otlardan bir miktar ufalayarak suyun üzerine serpiştirdi ve içmesi için bardağı atlıya uzattı. Atlı merak ve hayretle Muhammed’in suyun üzerine serpiştirdiği otlara baktı ardından, “Bu bitki ve otlar da neyin nesidir? Onları neden suyun üzerine serpiştirdin? Yoksa sen de bazıları gibi batıl inançlara mı sahipsin?” diye sordu Muhammed’e.

      Muhammed gülümseyerek söze başladı: “Hayır batıl inançlarla ilgisi yok. Siz önce suyu için, ben daha sonra size gerekli açıklamayı yaparım. Suyun üzerinde zararlı bir şey yok. Korkmayın. Kurumuş ot ve bitki sadece. Büyük zorluklarla onları toplayıp kuruttum.” dedi.

      Muhammed’in o siyah ve büyülü gözleri atlıyı etkilemişti. Tası yavaşça dudaklarına götürdü ve başına dikti. Suyun üzerindeki ot ve bitki parçacıklarından dolayı sürekli suya üflemek zorunda kalıyordu. Her üflemesinde otlar kenara gidiyor azıcık içmeye başlayınca hepsi tekrar tasın ortasında toplanıyordu. Sudan sadece küçük yudumlar alabiliyordu.

      Atlı suyu her yudumladığında, Muhammed de büyük bir hayranlıkla onu seyrediyordu. Nihayet yolcu suyu büyük bir sabırla içti ve sonra tası Muhammed’e uzattı ve söze başladı:

      “Ellerine sağlık genç adam, su çok tatlı ve serindi. Evet, şimdi bana söyle bakalım yaptığın bu işte ne hikmet vardı?”

      Muhammed su tasını kenara bıraktı ve başladı anlatmaya: “Siz buraya kavuştuğunuz zaman çok terlemiştiniz ve sıcaktan kavrulmuş gibiydiniz. Uzun zamandır at üzerinde yolculuk yaptığınız her hâlinizden belliydi. Eğer suyu bir defada içseydiniz midenizi üşütürdünüz. Suyu bir yudumda içmeyin diye öyle yaptım, sağlığınız için yani!”

      Yabancı, Muhammed’in zekâsı ve bilgisi karşısında şaşırmıştı. Ama zahiren onu sıradan, köylü bir çocuk sanmıştı. Dikkatle yüzüne baktı: “Öyle görünüyor ki sen çok akıllı ve bilgili bir çocuksun. Söyle bakalım ismin ne senin?”

      “Muhammed ibn-i Ahmet.”2

      Yolcu atından aşağı indi. Büyük bir istek ve zevkle Muhammed’in kuruttuğu bitkilere ve otlara baktı. Birbirine benzeyen bitkileri bir araya koymuş hepsini ayrı ayrı demetler hâlinde yan yana dizmişti. Yolcu yerde duran bitkilerden bir demet aldı: “Bu otlar ve bitkiler nedir böyle? Ne de güzel demetleyip dizmişsin!” dedi.

      Muhammed hocasından öğrendiği şekilde onları usulüne göre sıralayarak yan yana dizmişti.

      Adamın gördüğü her bitki için ayrı ayrı ve çok geniş açıklamalarda bulundu. Hepsinin Yunanca isimlerini de tek tek yolcuya söyledi.

      Yabancı yolcu, Muhammed’in bitkilere ve bitki ilmine bu kadar ilgi ve merak duymasından son derece heyecanlanmıştı:

      “Sen ne kadar meraklı bir gençsin böyle? Çobanlık yaparken bile öğrenmekten kendini alıkoymuyorsun belli. Benimle birlikte dergâhıma gelmeni istiyorum. Büyük bir zevkle elimde bulunan bütün imkânlardan yararlanarak sana bildiğim bütün ilmi öğretmek isterim. Kuşkusuz gelecekte çok meşhur ve ünlü bir âlim olacaksın, bunu yüzünden okuyabiliyorum!” dedi.

      Muhammed bir süre yolcuya öylece baktı. Uzun bir sessizlikten sonra nihayet konuştu: “Sizin dergâhınıza mı geleyim dediniz? Ama ben sizi hiç tanımıyorum ki! Kim olduğunuzu ve ne iş yaptığınızı, hatta nereden geldiğinizi bile bilmiyorum.” dedi.

      Yolcu sevecen bir yüz ifadesiyle Muhammed’e baktı;

      “Ben Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak’ım. Belki şimdiye kadar bir yerlerden ismimi duymuşsundur.”

      Muhammed kulaklarına inanamamıştı! Karşısında kendisiyle o kadar samimi ve içten konuşan adam, Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak olamazdı! İsmini epeyce bir duymuştu, üstelik onu gayet iyi tanıyordu. Aslında herkes onu tanırdı. İsmi sohbet arasında geçecek olsa herkes büyük saygıyla, hürmetle anıyordu onu. O, ünü dört bir yana yayılmış, meşhur matematikçi ve astrolog Ebu Nasır Mensur ibn-i Irak’tı. Etrafında onu tanıyan bilen herkes fazlasıyla ona saygı duyuyordu. Ebu Nasır, Harezmşah’ın yeğeniydi. Kas şehrindendi. Amcası Harezmşah’ın isteği üzerine Harezm’in kuzey bölgesini yönetiyordu.

      Muhammed, Ebu Nasır’la karşılaşmaktan son derece mutlu olmuştu. Muhammed’e harika bir öneride de bulunmuştu Ebu Nasır. Dergâh veya medresede ilim öğrenmek müthiş olurdu. Ebu Nasır’ın bu teklifiyle Muhammed sevinçten uçacak gibi olmuştu. Ama içinde bulunduğu şartlar bu teklifi kabul etmesine engel oluyordu. Bir taraftan Ebu Nasır’ın teklifini düşünürken bir taraftan da gözünün önüne annesinin sırtında çalı çırpı taşıdığı hâli geldi. Ebu Nasır’a:

      “Ben annemin büyük oğluyum ve benim ona ev, bahçe gibi günlük işlerinde yardımcı olmam gerekiyor. Bensiz hayat onun için çok zor geçer.” dedi.

      Ebu Nasır, Muhammed’in başını okşadı sevgiyle: “Görev ve sorumluluğunu bilen bir çocuk olduğun belli ama sen bu konuyu merak etme. Ben senden Harezm’e gelmeni istediğim zaman bütün bunları da düşündüm. Ailenin giderlerini de ben temin edeceğim. Öyle ki asla senin yokluğunu hissetmeyecekler. Sen orda ilim öğrenirken tüm masraflarını ben karşılayacağım.” dedi.

      Muhammed konuyu annesine açacaktı. Ertesi gün de Ebu Nasır, Muhammed’i göndereceği bir elçisiyle yanına aldırtacaktı. Sohbetten sonra Ebu Nasır ile Muhammed birbirlerinden helallik dileyerek ayrıldılar. Ebu Nasır aceleyle oradan uzaklaştı. Yolda giderken de kendi kendine söyleniyordu: “Kesinlikle bu çocuk gelecekte çok büyük bir âlim olacak!” Muhammed ise kendisini parlak bir geleceğin beklediğini düşünerek kavalını üflemeye devam etti.

      O gün öğleden sonra Muhammed her zamankinden daha erken koyunları eve götürdü. Annesi, Muhammed’in eve erken gelmesine çok şaşırmıştı. Yüzünde bir heyecan ve şaşkınlık ifadesi belirmişti ve ne yapsa o ifadeleri gizleyemiyordu. Büyük bir merakla oğluna sordu: “Ne oldu Muhammed? Bir şey mi var oğlum?”

      Muhammed gülerek cevap verdi annesine: “Evet anneciğim çok güzel bir şey oldu. Hayatımın en güzel tesadüfüyle karşılaştım bugün.” dedi. Sürüyü ağıla doğru sürerken, bir yandan da annesiyle konuşmasına devam ediyordu: “Demek ki ben Allah’ın sevgili kuluyum anneciğim. Neden mi diyeceksin? Çünkü karşıma Ebu Nasır gibi birini çıkardı da ondan!”

      Annesinin merakı az da olsa gitmişti, fakat tekrar soru sormaya devam etti: “Ne tesadüfünden bahsediyorsun oğlum? Ne oldu? Ebu Nasır Mensur neredeydi? Daha açık anlat bakalım