Mojgan Sheikhi

Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı


Скачать книгу

“Belli ki ilim öğrenmek için oldukça acelecisin. Madem öyle dediğin gibi olsun. Bu isteğine hayır diyemem. Hemen seni alıp sınıfına götürsünler. Sınıfını gör. Arkadaşların ve hocalarınla tanış.”

      Ebu Nasır’ın emriyle hizmetçilerden biri geldi. Onu sınıfa götürüp hocalarla tanıştıracaktı. Bahçenin doğu kısmından Sultaniye Medresesine dar ve ince bir yol uzanıyordu. Hizmetçiyle Muhammed birlikte bu yoldan medreseye doğru yürümeye başladılar. Medresenin kapısı, çift kanatlı tahta bir kapıydı. Kapının üst kısmında ince çubuklarla süslenmiş yarım daireler bulunuyordu. Medresenin hemen karşısında ise şırıl şırıl akan bir su kanalı vardı. Medrese, dört tarafında küçük odacıkların olduğu, dikdörtgen bir yapıydı. Bu odalarda hat dersleri veriliyordu. İçeride yaşlı bir adam oturuyordu. Yönetici gibi birine benziyordu. Oturmuş elinde tuttuğu ince kamış kalemiyle Farsça ve Arapça hat yazıyordu. Görenleri hayrete düşürecek kadar güzel bir hattı vardı. Medresenin ortasında büyük bir havuz, onun yanında da görkemli bir şadırvan bulunuyordu. Şadırvan sadece abdest almak için kullanılıyordu. Muhammed medreseye adımını atar atmaz talebeler beşer altışar kişilik gruplar hâlinde sınıflardan çıkıyorlardı. Birçoğu hocalarıyla beraber yürüyordu. Hocalarına aldıkları derslerle ilgili sorular soruyor, hocalarından aldıkları cevapları ise can kulağıyla dinliyorlardı. Ezan sesinin duyulmasıyla herkes camiye doğru koşuşturmaya başladı. Muhammed ve beraberinde kendisine yol gösteren hizmetçi de caminin kapısına doğru yöneldiler. Namazın kılınmasından sonra medresenin müdür odasına yürüdüler. Sultaniye Medresesi oldukça büyük bir medreseydi. Birçok sınıfları vardı. Din bilgisi, matematik, astroloji, coğrafya, agrostoloji3 ve daha birçok alanda dersler veriliyordu. Sultaniye Medresesi, Harezm’in en büyük ve en ünlü medreselerinden biriydi. Ebu Nasır’ın hizmetçisi, Muhammed’i medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmî’nin yanına götürdü. Şeyh Ebulfazl’ın odasına girdiklerinde Muhammed, Ebu Nasır’ı müdürün yanında oturuyor gördü. Heyecanlanmıştı tekrar. Ebu Nasır, Muhammed’i büyük bir zevkle Harezmî’yle tanıştırdı. Tanıştırırken de onunla sohbet ediyordu. Onun ne kadar zeki ve akıllı bir çocuk olduğunu anlattı Harezmî’ye.

      Hoca Harezmî onu ders için sınıfa götürdü. Muhammed sınıfa girdi. Hoca derse başladı. Muhammed sınıfın bir köşesinde oturdu. Sınıf arkadaşları Muhammed’in yaşının küçük olduğunu, dış görünüşüne bakarak da onun köyden geldiğini tahmin etmişlerdi. Bu onların tuhafına gitmişti. Hoca sınıftayken hiç kimse ağzını açıp ona bir şey sormadı. Hocanın bir anlık sınıftan çıkmasıyla herkes birbirine Muhammed’i gösterdi. Çocuklar kendi aralarında konuşuyor, “Bakın sınıfımıza yeni bir öğrenci gelmiş.” diyerek gülümsüyorlardı.

      “Herhâlde burayı mektep ile karıştırmış olmalı…”

      Öğrencilerden biri gülerek ve yüksek sesle, “Anladım… Galiba onu bize ders vermesi için getirmişler!” dedi.

      Hoca tekrar sınıfa döndü. Gürültüyü kesmeleri için herkesten sessiz olmalarını istedi. Sonra Muhammed’e ismini, yaşını ve nereden geldiğini sordu. Daha önce hangi alanda ilim öğrendiğini sordu. Muhammed’in bitki alanıyla ilgili bilgilerini anlamaya çalıştı. İlk derste Muhammed, otlar ve bitkilerle ilgili bildiği şeyleri, onların ilmi ve Yunanca isimlerini, nasıl bölümlere ayrıldıklarını söyleyince herkes hayret etti. Sınıf sessizliğe boğulmuştu. Herkes henüz on dört yaşında olan bu çocuğun bilgi birikimine şaşırmıştı.

      Öğrenciler, medresenin dört tarafında sıralı duran küçük odalarda birer veya ikişer kalıyorlardı. Orada yatıp kalkıyorlardı. Bir tür yatılı okul gibiydi burası. Nedeni ise hemen hemen birçoğunun uzak yerlerden gelmiş olmasıydı. Muhammed de Rahman adında, Taberistanlı bir çocukla aynı odada kalacaktı. Birbirlerine çok kısa bir zamanda alıştılar Rahman’la, hemen arkadaş oldular. Rahman Gürgan’dan gelmişti, sohbeti hoş biriydi ve oldukça da merhametliydi. Güçlü, kuvvetli, uzun boylu, geniş omuzluydu. İri gözleri, uzun ve sık siyah kaş ve kirpikleri olan bir gençti. Onların bitişiğinde ise Abdülmelik Kazvinî adında bir genç kalıyordu. Abdülmelik, pek fazla kimseyle kaynaşmaz, sessiz, sakin kendi hâlinde bir çocuktu. Yüzü sarıcaydı, cılız ve zayıf birisiydi.

      Sultaniye Medresesindeki öğrencilerin yiyecek ve giyecek yönünden hiçbir sıkıntısı yoktu. Muhammed her konuda çok uyumlu bir çocuktu. Az yemek yerdi ve sade bir giyim tarzı vardı. Rahman günün birinde yemek saatinde, Muhammed’in az yemek yediğini görünce ona sordu: “Muhammed burası Ebu Nasır ibn-i Mensur’un evi sayılır, o da Harezmşahlı Ebu Abdullah’ın yeğenidir. Neden böyle kıt kanaat yemek yiyorsun?”

      Muhammed cevap olarak Rahman’a şöyle dedi: “Bana göre, karnı tok olan, yatağı rahat olan ilim öğrenemez. İlimle özdeş olamaz, onu kanıksayamaz. Rahatına çok düşkün olanlar kuş tüyü yataklarda yatıp ipek yorganları da üzerlerine örterler, karınlarını da tıka basa doldurduklarından Allah’ı hatırlamazlar bile, unuturlar. Böyle insanlar hiçbir zaman bilgide ve ilimde bir yere ulaşamazlar!”

      Muhammed diğer öğrencilere nispeten ders okumada ve öğrenmede daha iyiydi. Medreseye geleli pek uzun bir zaman olmamıştı fakat herkes onun zekiliğine hayran kalmıştı. Özellikle matematik dersinde çok zekiydi, bütün arkadaşları ve dostları, onu tanıyan tanımayan herkes adını duymuştu. Herkes ona ve ilmine imreniyordu. Diğer derslerde açıklanması zor, karmaşık konulardan bahsettiği zaman bazen hocası bile ona cevap veremiyordu.

      Bir gün Ebu Nasır, Muhammed’e, “Seni Harezm’in en meşhur rasathanesine götürmek istiyorum. Astroloji ilminde fazlasıyla bilgi edindin artık, daha fazla şeyler öğrenme vaktin geldi de geçiyor bile.” dedi.

      Rasathanenin daire biçiminde sağlam bir salonu vardı. Üzerinde ise kocaman bir kümbet gözüküyordu. Kümbet, yeşile çalan mavi renkli bir kümbetti. Firuze ve krizalit taşlardan yapılmıştı. Bu kümbet Harezm’in en uzak noktasından bile görünüyordu. Bu kümbetin en ilginç yanı ise raylı bir sistemle yerinden oynamasıydı. Gerektiğinde veya akşamları kümbetin bir kısmı raylı sistemle kenara kayıyordu. Bu ilginç buluş Ebu Nasır Mensur’a aitti. Ünü ise bütün civar ülkelere, Bağdat, Şam, Kahire, Kostantiniye’ye yayılmıştı. Krizalit taşlar tahta ve çubukların üzerine dizilmişti, öyle ki kümbet hareket ettiğinde taşlara herhangi bir zarar gelsin istenmemişti.

      Muhammed rasathaneyi görünce Ebu Nasır’ın üstün zekâsına ve ilmine daha da hayran oldu: “Bu rasathane fevkalade acayip bir şey, gerçekten eşsiz bir mimariye sahip!” dedi.

      Ebu Nasır tebessüm ederek: “Bundan sonra matematik ve astroloji derslerini kendim burada sana öğreteceğim. Ne zaman kütüphaneden kitap alıp okumak istersen rasathaneye gelebilirsin.” dedi.

***

      Bir gün Muhammed ile Taberistanlı Rahman rasathaneden medreseye döndüklerinde Kazvinli Abdülmelik’in odasının kalabalık olduğunu gördüler. Öyle görünüyordu ki birkaç misafiri vardı. Üç arkadaştan birine ilk defa misafir gelmişti. Bu mevzu daha ziyade Abdülmelik için tuhaftı, çünkü evleri oldukça uzaktaydı.

      Abdülmelik, Kazvin’den Harezm’e geleli yaklaşık bir yıl olmuştu. O medresede eğitim almaya başlamıştı. Muhammed ile Rahman yabancı birileriyle karşılaşacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Gördükleri yüzler yabancı olunca kendilerini garip hissetmişlerdi. Odadakiler başka ülkenin insanlarıydı, bu durum karşısında şaşırmışlardı. Misafirler geceyi orada geçirdiler. Sabah olunca yerlerinde yeller esiyordu. Muhammed ile Rahman, Abdülmelik’e misafirler hakkında sorular sordular, fakat o onlara doğru dürüst cevap vermemekte ısrar ediyordu. Muhammed de Rahman da Abdülmelik’in üzgün olduğunu anlamıştı. Fakat nedenini bir türlü anlayamıyorlardı. Her ne kadar,