Mojgan Sheikhi

Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı


Скачать книгу

duyunca sustular ama yine de meselenin aslını merak ediyorlardı. Muhammed, Rahman’a dönerek, “Onlar amcasının akrabaları değildi. Hepsi başka ülkeden gelmişti. Abdülmelik çok üzgün ve sıkıntılı ama bunu açığa vurmak istemiyor, inşallah yanlış bir şey yapmamıştır.” dedi.

      Bu olaydan hemen sonra Kazvinli Abdülmelik’i salona çağırdılar. Muhammed ile Rahman’ın şaşkınlığı daha da artmıştı. Çünkü böyle bir şey beklemiyorlardı. Aradan bir saat geçmemişti ki Ebu Nasır, Muhammed ve Rahman’ı da rasathanenin salonuna çağırttı. Onlar artık bir şeyler olduğundan emindiler. Herkesi üzüntüye boğacak bir meseleydi. Rahman onların çağrılma sebebinin, Abdülmelik’in meselesinden yani gelen o yabancılardan daha önemli olduğunu, ama farklı bir şey için çağrıldıklarını düşünmeye başlamıştı:

      “Muhammed, bizi çağırmalarının sebebi şu şehirde yayılmış dedikodular olmasın?”

      “Hangi dedikodular? Sen neyden bahsediyorsun?”

      “Duymadın mı sen? Gökyüzünde bir yıldız görülmüş, yakın zamanda da yeryüzüne düşecekmiş ve her yeri yerle bir edecekmiş. Kazvinli Abdülmelik de bu konuyla ilgili bir şeyler söylüyordu. Galiba Hintli astrologlar bu fikri ileri sürmüş ve bu söylentileri yaymışlar.”

      Muhammed rasathaneye gitmek için hazırlanıyordu. Bu sözleri duyunca da hiç şaşırmadı ilgisiz kaldı ve Rahman’a dönerek, “Boş laf bunlar! Bu adam, kaçıncı kez aynı şeyleri ortaya atıp halkı huzursuz ediyorlar. Ebu Nasır bu batıl inançlara inanmıyor değil mi? Mesele başka bir şey.” dedi.

      Ebu Nasır, medresenin müdürü Şeyh Ebulfazl Harezmi ve birkaç bekçi rasathanenin salonunda oturuyorlardı. Hepsi de üzgün ve kaygılı görünüyorlardı. Ebu Nasır salonun içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, her adımda da bir şeyler düşünüyordu. Pek dalgındı. Muhammed ile Rahman’ın gelmesiyle duvarın kenarında durup tekrar düşündü. O Muhammed’in üstün zekâsına ve fedakârlığına sonsuz güveniyordu, ona dönerek, “Belki haberin yoktur. Çok önemli bir mesele ve bir o kadar da hoş olmayan bir olay oldu. Sen Sultaniye Medresesinin en iyi öğrencisisin. Şimdi sana soracağım bütün sorulara, dikkatli bir şekilde düşünüp cevap vermeni istiyorum.” dedi.

      Ebu Nasır bunları söyledikten sonra Muhammed’in gözlerinin içine bakarak biraz durdu ve daha sonra konuşmasına devam etti: “Ey Muhammed ibn-i Ahmet söyle bakalım, cuma günü Kazvinli Abdülmelik’in odasına kimler geldi?”

      Muhammed bir müddet düşündükten sonra hocası ve pek değer verdiği Ebu Nasır’a cevap verdi: “İki adam ve bir de kadın vardı. Her üçünün üzerinde farklı giysiler vardı ama hepsinin kafasındaki sarıklar tek renkliydi, üçü de yeşil renkli sarık takmışları kafalarına. Uzun çizmelerden giyinmişlerdi. Elbiseleri bizimkilerden farklıydı. Kadın farklı bir koku sürünmüştü, hatta uzun zaman kokusu odada kalmıştı. İki adamın kafasındaki sarıkların üzerinde acayip resimler vardı. Biz onları gördüğümüzde, kadın Abdülmelik’le sohbet ediyordu. Kadın Arapça konuşuyordu ama lehçesi vardı, belliydi.” dedi.

      “Evet, devam et.”

      “Kadının boynunda inci bir kolye vardı. Ben o kolyenin benzerini Kas pazarında görmüştüm. Ertesi gün Abdülmelik bize onların amcasının akrabaları olduğunu ve çok uzak diyarlardan geldiklerini söyledi. O, bize onlar hakkında pek fazla bir şey söylemek istemiyordu. Biz de onu fazla zorlamadan kendi hâline bıraktık. Onların giyim tarzları konuşma şekilleri bizimkinden farklıydı ama Abdülmelik’in bu şekilde konuşması bizim çok tuhafımıza gitmişti. Neden akrabaları Kazvin’den değil de acayip farklı bir ülkeden gelmiş olsunlar? Bütün bu olanlara anlam verememiştik biz de.”

      O sırada medresenin müdürü Ebulfazl Harezmî, Ebu Nasır’a döndü ve başını sallayarak, “Evet, Ebu Nasır Hoca, bu tuhaf mülakattan sonra o çok kıymetli ve eşi benzeri olmayan üç cilt kitabın, geometride kullanılan malzeme ile astroloji alanında bilgi edinmek için istifade ettiğimiz aletlerin nasıl kaybolduğu ya da çalındığı anlaşılıyor sanırım. Bendeniz olayı duyar duymaz hemen koşup sizleri haberdar etmek istedim, konuya geç olmadan, sıcağı sıcağına hemen el atmanız için sizi aradık fakat yerinizde yoktunuz, ava çıkmıştınız efendim.” dedi.

      Daha sonra sinirli bir ses tonuyla sözlerine kaldığı yerden devam etti: “Öğrenciler şu gerçeği bilmeli ki Harezm Rasathanesi’nde bulunan şeylerin hiçbiri basit bir şey değildir. Hepsi geçmişe ait değerli eşyalardır. Her birinin en az üç yüz yıllık bir geçmişi vardır. Ebu Nasır Hoca bile kendi servetinin yarısını rasathaneye harcamıştır.” dedi

      Ebulfazl Harezmî’nin sinirden sesi titriyordu, daha fazla konuşamadı, sustu. O sustuktan sonra Ebu Nasır sorularını sürdürdü: “Pekâlâ, ne oldu da Abdülmelik’ten şüphelendiniz?”

      Ebulfazl Harezmî kendinden gayet emin bir şekilde cevap verdi: “Uzun araştırmalarımız sonucu şüphelerimiz kesinlik kazandı ve gördüğünüz gibi onu tutukladık, sizin gelmenizi bekledik. Sizden onu bu suçtan ötürü cezalandırmanızı istiyoruz efendim. Ayrıca ne pahasına olursa olsun o kitapları ve malzemeleri bir şekilde rasathaneye geri getirmenizi istirham ediyoruz.” dedi.

      Bu konuşmalardan sonra medresenin müdürü ile Ebu Nasır, Abdülmelik Kazvinî’ye baktılar. On dokuz yaşlarında bir gençti Abdülmelik. Korkudan benzi solmuştu. Muhammed, Abdülmelik’in gözlerinin içine dalmıştı. Medresenin müdürü kitapların ve diğer malzemelerin tekrar rasathaneye geri getirilmesiyle ilgili şeyler söylediğinde, Abdülmelik’in yüzünde gizli bir tebessüm oluşmuştu.

      Ebu Nasır Mensur, “Ey Abdülmelik söyle bakalım, Sultaniye Medresesi’ne nasıl kabul edildin?” diye sordu.

      “Gilan’ın hükümdarı beni buraya getirdi efendim. Bana kendisi kefil olmuştur.”

      Ebu Nasır büyük bir şaşkınlıkla sordu: “Yoksa sen Gilan’dan mı geldin?”

      Abdülmelik cevap verdi:

      “Hayır ben Kazvinliyim ve babam da Hace Giyassedin-i Gagazanî’dir.”

      Daha sonra medresenin müdürü Ebu Nasır’a işaret ederek kendi sorularını sormaya başladı.

      “Ey Abdülmelik bize üç cilt astroloji kitabı, geometri ve astrolojide kullandığımız malzemeleri çaldığını itiraf edecek misin?”

      Abdülmelik sustu ve söze Ebu Nasır devam edip sormaya başladı: “Harezmî Hoca, o üç kişiyi tutukladın mı peki?”

      “Hayır, değerli hocam! Benim emrimde ordu, asker yok ki. Üstelik aradan bir gün bir gece geçtikten sonra rasathane ve kütüphane sorumlusu bana nelerin eksik olduğunu söyledi.”

      Abdülmelik suskunluğunu bozmuyordu. Ebulfazl Harezmî sinirli bir şekilde Abdülmelik’e bakarak sordu: “Pekâlâ çocuk, o üç kişi kimdi? Rasathanenin kitap ve malzemeleri ne oldu? Kitapları ne yaptın? Cevap ver!” dedi.

      Abdülmelik suskunluğunu sürdürdü. Başını önüne eğmişti. Harezmî sorularını tekrar sordu. O arka arkaya sorularını sorarken Abdülmelik birden ağlamaya, tüm olup bitenleri, her şeyi anlatmaya başladı. Sonunda itiraf etmekten başka çaresi kalmamıştı:

      “Onlar Endülüs’ten, dünyanın ta batısından gelmişlerdi ve üçü de Hristiyan’dı. Ama kendilerini Müslüman gösteriyorlardı. Amcam da Endülüs’te yaşıyor ve o üç kişi amcamın aracılığıyla benim yanıma geldiler. Ellerinde amcamın bana yazdığı bir mektup vardı. Harezm’de rasathanenin kütüphanesinde bir kitap varmış. Kitabın içeriği ateş topu ya da parlayan ayla ilgiliymiş. Ben onlara öyle bir kitapla hiç karşılaşmadığımı, hatta burada olmadığını söylememe rağmen kadın kitabın özelliklerini ve numarasını bana