Mojgan Sheikhi

Harezm Güneşi - Ebu Reyhan-ı Birunî’nin Hayatı


Скачать книгу

bilgiye sahipsin. Artık başka ilimleri de öğrenme vaktin geldi sayılır. Kaçırılmaz bir fırsat bu, bence sakın kaçırma! Sendeki ilim ve bilgiye duyduğun ilgi ve alakayı bildiğim için söylüyorum; sen gelecekte çok iyi bir âlim olacaksın, bundan şüphem yok. Hem zaten ben de araştırmalarım için bir iki aylığına başka bir yere gitmeye karar vermiştim.” dedi.

***

      Ertesi gün Ebu Nasır tarafından gönderilen atlı Muhammed’i götürmeye geldi. Muhammed elinde bohçasıyla, temiz kıyafetlerini giyinmiş bir vaziyette bahçenin köşesinde oturmuş, Ebu Nasır’ın göndereceği kişiyi bekliyordu. Bütün vücudunu heyecan kaplamış, tatlı bir ıztırap içindeydi. Atlının gelmesiyle Muhammed annesinden helallik diledi, erkek ve kız kardeşleriyle vedalaştıktan sonra evden çıktı. Evin önünde kendisini bekleyen atlı, Muhammed’in binmesi için yanında yedek bir at daha getirmişti. Ayrılık vakti gelmişti, çok zor bir andı. Muhammed güçlükle annesinden, evinden ve de köyünden kopup gidecekti. Henüz Muhammed gitmemişti ama annesi daha şimdiden özlemlere boğulmuştu bile. Elleriyle oğlunun başını okşadı: “Hadi yavrucuğum git. Seni Allah’a ısmarlıyorum. İçimden bir ses senin emin ve güvenilir bir yere gideceğini söylüyor. Allah’a emanet ol oğlum, yolun açık olsun.” dedi.

      Muhammed’in vücudunu büyük bir heyecan sarmıştı. Bir yandan da içini acı bir burukluk kaplamıştı. Ebu Nasır tarafından gönderilen elçiyle beraber yola koyuldular. Annesi, erkek ve kız kardeşleri kapının önünde durmuş, onu uğurluyorlardı. Muhammed sürekli arkasına dönüyor, geride bıraktıklarına bakıp bakıp duruyordu, onlar da Muhammed’e tabii. Durmadan birbirlerine el sallıyorlardı. Nihayet Muhammed ile elçi sokağın köşesini dönünce artık ailesi gözden kaybolmuştu, onları göremiyordu. Muhammed, Ebu Nasır’ın gönderdiği elçiyle birlikte hayvanların geçtiği dar patika yollardan giderek dönemeçli tepelerden, düz ovalardan ilerliyorlardı. Sanki Harezm’in yeşil ovalarıydı geçtikleri yerler. Vakit öğlene yaklaşmıştı ki uzaktan Kas şehrinin evleri, ağaçları görünmeye başladı.

      O dönem Harezm şehri iki kısma ayrılmıştı: Curcaniye ve Kas. Bu iki şehri birbirinden ayıran ise Ceyhun nehriydi. Curcaniye, Gerganic ya da Urgenc nehrinin doğusunda yer alıyordu. Kas ise batı kısmında bulunuyordu. Her iki şehir de ayrı devletlere bağlıydı. Curcaniye valisi Memun ibni Mahmut’tu. Kas ise Ebu Abdullah Harezmşah ile yeğeni Ebu Nasır Mensur tarafından yönetiliyordu. Her iki hanedan da Âl-i Irak soyundan geliyordu.

      Kas şehri, Curcaniye şehrinden daha güzel ve bakımlıydı. Bu şehir Ceyhun nehrinin sağ sahil tarafına biraz uzaktı. Nehrin bir kolu şehrin içinden geçiyordu. Geçtiği güzergâhı yemyeşil ve bayındır kılıyordu nehir suları.

      Harezm tarıma elverişli bereketli toprakları olan, ekildikçe ürün veren bir bölgeydi. Orada yetişen sebze, meyve ve tarım ürünü ne varsa komşu bölgelere, yabancı memleketlere gönderiliyordu. Pamuk, yün ve buna benzer ihtiyaç ürünlerini satan Harezmliler kazandıklarıyla zengin olmuşlardı âdeta. Koyun, keçi ve inekleri, eşsiz güzellikteki yaylalarda otluyor, semirdikçe semiriyorlardı. Etleri ve yünleri uzak yakın pek çok bölgeye yollanıyordu. Bu da ayrı bir kazanç sayılırdı Harezmliler için.

      Her yıl Rus ve Bulgar tacirler tilki, samur, kunduz, sincap gibi farklı hayvanların kürklerini Harezm’e getiriyorlardı. Kürkleri satın alan Gerganic ve Kas şehrinin usta terzileri o kürklerden farklı modellerde elbiseler dikiyorlardı. Tilki, dağ keçisi, zebra gibi yaban hayvanlarına ait deriler ayrıca kitap kaplamada da kullanılıyordu. Kitap ciltlerine sürülen mumlar, çeşitli ağaçların kabukları ile destekleniyor böylelikle kitabın uzun yıllar çürümeden kalması sağlanıyordu. Deriler savaş aletlerinde de kullanılıyordu.

      Balık dişi, güzel kokuların ham maddesi olan amberler, miskler, gürgen ağacının dalları, bal, fındık, kılıç, zırh, yay, üzüm, çiğde, susam, kilim, pamuklu ve ipekli kumaşlar, atmaca, şahin vb… Tüm bunlar büyük ve küçük gemilerle Harezm diyarından dünyanın başka bölgelerine yollanıyordu.

      Muhammed ve beraberinde ona rehberlik eden elçi şehrin pazarına yaklaşmışlardı. Kas şehrinin pazar yeri nehrin iki tarafında yer alıyordu. Nehrin bir kısmı şehrin ortasından akıyordu. Muhammed uzaktan şehrin kalesini gördü. Kalenin yarısı yıkılmıştı. Elçi, Muhammed’e açıklama gereği hissetmiş olacak ki, “Nehir sularının önüne kurulan setlerle su yataklarında inşa edilen limanlardan ötürü nehir kabarıp taştı. Bu taşmanın etkisiyle de gördüğün gibi kalenin bir kısmı yıkıldı.” diyordu.

      Şehrin büyük pazarında çeşit çeşit malların bulunması Muhammed’in ilgisini çekmişti. Erzak dolu çuvallar, meyve sepetleri, ipek kumaşlar, ipek ip yumakları, küçük büyük balıklar, amber ve daha birçok farklı ürün Kas pazarının ne kadar zengin olduğunu gösteriyordu. Muhammed ise ilk kez bu kadar farklı ürünü bir arada görmüştü. Meraklı gözlerle pazardaki rengârenk ürünlere bakıyordu.

      Pazarın hemen hemen her yerinde bal satıcılarını görmek mümkündü. Her bal satıcısı kendi balının daha lezzetli olduğunu ispatlamanın gayreti içerisindeydi. Adamın biri önüne keskin kılıçları indirmişti. Ve o sırada da başka bir adam eğilmiş kılıçların keskinliğine bakıyordu. Kendisi için iyi ve güzel bir kılıç almak istediği belliydi. Başka birisi de yırtıcı av atmacalarını ve eğitilmiş şahinleri elleri ve omuzları üzerine koymuş, insanların kendi elleriyle eğittiği bu hayvanları görmesini sağlıyordu. Satışa çıkarmıştı o heybetli hayvanları. İri fındıklar pazarın her tarafında kendini gösteriyordu. Keten bezler, keçe kumaşlar fazlasıyla vardı.

      Elçi ve aynı zamanda yol gösterici olan adam, Muhammed’in şaşkınlığını ve hayretini görünce: “Bütün bu gördüklerin Harezm’den farklı bölgelere, değişik şehirlere gönderiliyor. Ayrıca buranın kavunu da oldukça lezzetlidir. Çok meşhurdur kavunumuz, bu bölgede kavun deyince akla ilk Kas şehri gelir.” dedi.

      Pazarın doğu tarafında bulunan kapıdan içeri geçtiler. Dört köşeli meydana vardılar. Meydanın sağ tarafında kocaman bir cami vardı. Cami o kadar güzel ve görkemliydi ki siyah taşlardan yapılma sütunları hemen göze çarpıyordu. Meydanın diğer tarafında, yani tam olarak caminin karşısında Ebu Nasır Mensur’un külliyesi bulunuyordu. Külliye, Gülistan Sarayı adıyla da meşhurdu. Saray kocaman güllük gülistanlık bir bahçenin tam orta yerinde duruyordu. Bahçenin hemen kenarında bir medrese vardı. Sultaniye Medresesi olarak biliniyordu burası. Orada ülkenin dört bir yanından gelen öğrencilere ilim öğretiliyordu.

      Elçiyle Muhammed beraber bahçeye girdiler. Güzel taşlık bir yolda ilerleyerek medreseye doğru yürüdüler.

      Taşlık yolun her iki tarafında kocaman ağaçlar, onların altında da rengârenk güller, çiçekler yer alıyordu. Kaldırım taşlarıyla döşenmiş yol saraya doğru gidiyordu. Saray büyük bir binaydı ve yedi kümbeti vardı. Onu feleğin yedi kümbeti olarak adlandırıyorlardı. Sarayın tam ortasında duran, üstü ve etrafı revaklı eyvanın dört bir yanında dört büyük kapı göze çarpıyordu. Bu dört büyük kapıdan içeriye rüzgâr giriyordu. Sürekli içeri vuran rüzgâr sayesinde de saraydaki hava akımı sağlanmış oluyordu. Bu hava akımı da sarayın havasını oldukça serin tutuyordu. Salonun tavanına ise altı köşeli grafik süslemeleriyle şekiller verilmişti. Bahçede öten kanarya ve bülbüllerin sesi kulağa oldukça hoş geliyordu.

      Sarayın bu güzel bahçesini mutluluk bahçesi olarak adlandırıyorlardı. Orası için: “Bu güzelim bahçeye adım atan her yeni öğrencinin gönlü Yaradan’ın sevgisiyle dolar, ruhu tazelenir.” diyorlardı. Bahçenin ağaçları yılın ilk altı ayında yemyeşil oluyor dalları yeşil yapraklarla bezeniyordu. Ama yılın ikinci altı ayında ise kor rengine bürünüyor, sonra da sararıp soluyorlardı. Sonbaharla birlikte de dökülüyorlardı tabii. Pencerelerde altın