uğraşlarımız, aklımıza sığdırmakta güçlük çektiğimiz evrenin sınırsızlığı karşısında ne ifade ediyordu? Hayatımızın, günlük çabalarımızın ötesinde bir anlamı var mıydı ve varsa bu tam olarak neydi? Bu sorulara verilmiş sizi ikna edecek yeterince yanıtınız yoksa benim gibi, ruhunuzda bir şeylerin eksikliğini duyar üzülürsünüz herhâlde… Evet, sanırım üzülürsünüz; çünkü ben bazı zamanlarda bu konuyu düşününce çok üzülüyorum! Sırtımı güvenle dayayabileceğim sağlam bir duvar arıyorum ama bulamıyorum; yoksa bu hâliyle hayat çok saçma ve katlanılması çok güç… Şimdilik bu hâlden kurtulamamanın acısını ve eksikliğini içimde duyarak insanları seyrediyorum. Onlardan kiminin yüzündeki ürkek ifade aslında ne kadar zavallı olduğumuzu anlatmaya yetiyordu. Kulağımda uçağın gürültüsü, zihnimde bu düşüncelerle Urfa Havaalanına bir an önce sağ salim inmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.
Kasılmaktan her tarafım ağrıyordu. Emniyet kemerimi çözmemiştim; hâlâ bağlı duruyordu. Öylece gözlerim kapalı beklemekten sıkılınca tavanı seyretmeye başladım. Hostesin yaptığı yiyecek ve içecek ikramını geri çevirdim. Pencereden dışarıya bakmamak için perdeyi çekerken gözüm beyaz bulutlara ilişince titredim.
Yanımda oturan, saçları tepesinde bir hayli seyrekleşmiş, şişman, kırk yaşlarında gösteren adam, hostesin kendisine uzattığı kutunun içindeki yiyecekleri afiyetle yedi, meyve suyunu içti, yetmemiş olacak ki bir de maden suyu isteyip hafifçe geğirdi. Benim gibi biraz etrafı seyrettikten sonra horlamaya başlayınca uyuduğunu anladım.
Şişman, etli başı sol omzuna düşmüştü, avurtları havayla dolup boşalırken öne sarkmış dudakları titreyip duruyordu. Epeyce bir süre sonra boynunu dikleştirerek uyandı. Garip garip yüzüme baktıktan sonra esneyerek kafasını kaşıdı. Altın renkli kol saatine baktı ve başını bana çevirdi.
“İlk defa mı uçağa biniyorsunuz?” dedi.
“Evet.” dedim.
“Belli oluyor, çünkü çok tedirginsiniz…”
Konuşmayı sürdürmek istemediğim için sesimi çıkarmadım. Kemerlerin bağlanması gerektiğini gösteren kırmızı ışık yanınca uçağın inişe geçeceğini anladım. Yanımdaki adam pencerenin perdesini açarak aşağıya bakmaya başladı. Rahatsız olmuştum üstüme yıkılır gibi aşağıya bakmasından. Başımı yana çevirince aşağıda ağaçsız tepeler, yeşil, sarı, kahverengi geniş düzlükler, bunların arasında ip gibi incecik yollar ve boz renkli kutu kutu yapılar yığınını gördüm. Uçak aşağıya yaklaştıkça hem görüntüler asıl şekillerine bürünüyor hem de içimdeki tedirginlik azalıyordu. Hemen hemen herkes yanındaki küçük pencereden dışarıyı seyrediyordu.
Uçak süzülerek altımızdaki tarlalara doğru yaklaştıkça bunların ortalarına saçılmış irili ufaklı yapılar, ince yollar daha belirginleşmişti. Bilinmezi merak edip keşfetmenin hazzı; bilinenin tekrarından daha heyecan verici, eğlenceli ve etkileyiciydi.
Şimdi küçük havaalanının uzun pistini, binasını ve onun gerisindeki kocaman bir yapılar yığını olan Urfa’yı tuhaf ve karmaşık duygularla ama büyük bir merakla izliyordum.
Güneş, olağanüstü bir parlaklıkla ve sevinçle, artık yere yaklaştığımızdan olsa gerek cesaretle baktığım görüntüleri ışıl ışıl aydınlatıyordu.
Geziye birlikte katıldığımız, beyaz takımlı, kızıl saçlı, uzun boylu kadınla yanındaki adam, dört sıra ötemde sol tarafta oturuyorlardı. Onların hemen sağ tarafında bizim gruptan dört kişilik aileyi görüyordum. Avuçlarımın içi terlemişti ve parmaklarım sıkmaktan ağrıyordu. Bunu fark edince ellerimi açtım ve gevşemeye çalıştım.
Bütün yolcular oturdukları yerlerde kıpır kıpırdılar. Benim hareketli tek uzvum arada bir sağa sola çevirdiğim başımdı. Uçak yere yaklaştıkça yolcularda oluşan sevinci fark edebiliyordum. Bu, herhâlde sadece varmak istedikleri yere ulaştıklarından olmasa gerekti. Aslında yüzlerindeki umutlu ışıltı, büyük olasılıkla bendeki gibi, biraz sonra uçağın tekerlerinin piste değmesiyle, tehlikeli bir yolculuğun üstlerindeki baskısının son bulup mutlu bir şekilde bitecek olmasındandı. Uçağın hızının azalmasına bağlı olarak motorlardan gelen ses de değişmişti.
Yukarı Mezopotamya’nın, sırtını ağaçsız çıplak tepelere dayamış, yığınla çözülmemiş sorunla dopdolu, dünyanın bu en eski kentinin sıcak topraklarına bir kuş gibi konmak üzereyken onun binlerce yıllık birikimden oluşan yüzlerce, çoğu mistik, esrarlı hikâyesinden birkaçını öğrenebilme fırsatını bulacağım için çok heyecanlanıyordum.
Değişik toplumların ön yargılardan kurtularak birbirini tanıması çok zordu, belki de imkânsızdı. Çünkü her birini var eden yığınla etken vardı. Biyolojik, coğrafi, dinî, siyasi farklılıkların var edip şekillendirdiği karmaşık sosyal yapıları çözümlemek, anlamak kolay bir şey değildi. İnsanlar arasında koyu bir cehalet vardı ve böbürlenme, kendinden olmayanı küçük ve hor görme isteği azalmadan artarak devam ediyordu. Dünya; herkesin huzur içinde ve rahat yaşayacağı kadar güvenli bir yer değildi ve ne yazık ki hiçbir zaman da olmadı. Biz sadece aynı güneşin ısıttığı, başka başka canlılar olduğumuzu kavrayabilir, nasıl yaşadığımızı öğrenir ve karşımızdakine zarar vermeden birbirimize yaşama hakkı tanıma becerisini gösterebilirsek, belki de tek tek küçük insanlar olarak bir büyük insanlık âlemi yaratmış olabiliriz. Fakat bunun henüz çok uzağındayız. Yeteri kadar ümitli olmamız için gayretli bir çabanın içinde olmadığımız bilinse de çok karamsar olmaktan yana değildim çünkü böyle düşünmek çok yıpratıcı ve acı verici…
Yabancısı olduğum bu yerde öğreneceğim birkaç kısa hikâye benim için hiç de azımsanacak bir şey değildi. Uçağın penceresinden gördüğüm manzara, sırlarla dolu, esrarlı, ilginç bir şehri adım adım tanıma fırsatını bulacağımı fısıldıyordu sanki kulağıma. Nefesimi kontrol etmeye çalışarak kabaran heyecanımın sarstığı vücudumu sakin olmaya çağırdım.
Bir veya iki katlı gecekondular, şehrin sıkışık merkezinin etrafını sarmış yoksul yaşlılar gibi umutsuzca oturuyorlardı. Tarlaların arasından geçen geniş su kanalları dâhil her şey şimdi çok daha belirgindi.
Arka tekerler piste temas edince hafifçe bir sarsıldık, ön tekerler yere değince de uçağa ilişkin korkudan eser kalmadı içimde. Önümdeki yolcuların inmesi epeyce sürdü sonra nihayet kendimi dışarı atabildim. Merdivenin başında ilk fark ettiğim şey, göz kamaştıran bir parlaklık ve kuru bir sıcaktı.
Uçaktan inen kalabalıkla birlikte, terminal binasının “Gelen Yolcular” kısmına doğru ilerledim. Birbirlerine gülerek el sallayan insanlar en canlılarımızdı. Benim gibi buraya ilk kez gelenlerse biraz durgun, yorgun ve meraklı bakışlarla ne olup bittiğini kavramaya çalışıyorlardı. Dar bir kapıdan içeri girince güneşin yakıcı etkisinden kurtuldum.
İnce, uzun, serin salonun içinde sarılıp öpüşenler, coşkulu görüntüler oluşturuyorlardı. Bagajımı almak için yürüyen bandın yanına ulaşmaya çalışırken yirmi beş yaşlarında, esmer, orta boylu bir gencin, elinde katıldığımız geziyi düzenleyen seyahat firmasının beyaz kartona yazılmış ismini yukarı kaldırmış beklerken bizi yanına çağıran sesini duydum.
Yürüyen banttan valizimi alıp yanına gittim. O daha önce gelenlerle konuşuyordu. Beni görünce adımı sorduktan sonra elindeki kâğıda bakıp ismimin karşısına mavi tükenmez kalemle artı işareti koydu ve:
“Hoş geldiniz!” dedi içten bir sesle.
Ben de ona tebessüm