Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri


Скачать книгу

dışarı çıkarken ben acele etmeden yerimden onları izliyordum. Tavandan yerdeki parlak granitlere vuran ışıklar seyri hoş bir görüntü oluşturuyordu.

      İki taksi daha geldi peş peşe; birinden genç iki erkek, diğerinden bir kadınla, orta yaşlı bir adam indi ve doğruca otobüsün başındaki bagaj telaşına katıldılar.

      İçinde oturduğum genişçe iş yerinin, beyaz duvarlarında ülkemizin çeşitli bölgelerinden çekilmiş büyük fotoğraflar asılıydı. Deniz olmayan tek görüntü Kapadokya ve Nemrut Dağı’na aitti. Nemrut Dağı’nın zirvesindeki anıt mezarın eteğinde bir sıra hâlinde oturup Güneş Tanrısı’nın doğuşunu seyreden, Kommagene kralı ve ailesine ait heykel gövdelerinin, yıldırım ve şiddetli fırtınalarla sağa sola devrilmiş olan başları, sanki cüzzam hastalığı ile çürümüş ve delik deşik olmuş gibi ürkütücü ve itici bir manzara oluşturuyorlardı.

      Bizi havaalanına götürecek otobüsün yanı yeni gelenlerle kalabalıklaşmıştı. Ben de yerimden kalktım, insanların içinde birbiriyle konuşanları bir süre dinledikten sonra valizimi sürücünün yardımcısına teslim ettim ve orta kapıdan otobüse binerek gidip en arkadaki koltuklardan birine oturdum.

      Büyük çınar ağaçlarının altındaki sokak lambalarının ışıkları, araçsız geniş yollarda, insansız kaldırımlarda hüzünlü ve sessiz bir görüntü oluşturmuşlardı. Otobüsün içi her binen yolcuyla biraz daha hareketleniyordu. Şoför, koltuğuna kurulmuş, motoru çalıştırmış, harekete hazır bekliyordu.

      Karşı yolda beyaz bir Mercedes otomobil belirdi ve kaldırımın kenarında farlarını söndürmeden durdu. İçinden hayli alımlı bir çift indi. İkisi de oldukça uzun boyluydu. Yanım boştu sanırım geziye benden başka tek başına katılan kimse yoktu. Vücudumu daha da dikleştirerek onları ilgi ile seyrettim. Sürücü yardımcısı koşarak kadının ve adamın elindeki valizi aldı ve geri döndü

      Kadın beyaz etek ceket, ayaklarına parlak derili, topuklu bir kundura giymişti. Geziden çok bir iş görüşmesine gidecekmiş gibi görünüyordu. Yanındaki adam kot pantolonun üstüne krem rengi bir gömlek, ayağına pantolonun renginde üst yüzü bezden spor bir ayakkabı giymişti. Uzun boylu kadın, dalgalı, uzun, kızıla boyanmış saçlarını beyaz ceketinin üstünde hoplatarak yanındaki adamın koluna yapışmış, kendinden ve güzelliğinden emin bir edayla otobüse doğru ilerliyordu. Onların da binmesi ile nihayet hareket ettik.

      Tarlabaşı’ndan aşağı inerken şimdi epeyce geniş olan caddenin, eski, yıkık dökük, dar, trafiğe geçit vermez, pavyonlarla, randevu evleriyle dolu hâlini dinlemiştim bir defasında babamdan. Oralara düşen yoksul, sahipsiz, eğitimsiz taşralı kızların trajik hikâyesini anlatırken yüzündeki mutsuz ifadeyi çok iyi hatırlıyordum. İyi ki yıkılmış o berbat batakhaneler, diye düşündüm.

      Şimdiye kadar yolculuklarımı kara ve deniz yolu ile yapmış, birçok insan gibi uçaktan çekindiğimden uzak durmuş binmemiştim. Onun için havaalanına yaklaştıkça içimde iyice beliren heyecan korkuya dönüşüyordu. Topkapı ve Bakırköy’ü geçip Yeşilköy’e ulaştığımızda hava iyice açılmıştı.

      Üstümüzden geçip piste doğru alçalan dev bir uçağın açılmış tekerleri ve gövdesinin alttan görünüşünü hayretle seyrettim. Atatürk Havalimanı İç Hatlar Terminali kapısında bizi karşılayan şirket sorumlusu, kısa bir hoş geldin konuşmasından sonra geziye ilişkin bilgiler verdi. Bilet ve bagaj işlemlerini halledip kontrol noktalarından geçtikten sonra, otobüse bindik, bizi Urfa’ya götürecek uçağın yanına gitmek için.

      Havaalanı pisti, zannettiğimden daha büyüktü ve etrafta değişik hava yollarına ait bir sürü uçak vardı. Az önce kalkış yapan British Airways Havayollarına ait büyük uçağın şiddetli bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselişini tedirgin bir ruh hâliyle seyrettim. Teknoloji bir yanıyla hayatımızı kolaylaştırıcı olmakla birlikte bir yanıyla da ürkütücüydü.

      Uçağa yolcu götüren otobüs, bizi motorları çalışan uçağın yanında bıraktı ve geri döndü. Bagajımı görevliye gösterdikten sonra uçağa binmek için metal merdivene tırmanırken dizlerim titriyordu ve bizi kapıda güler yüzle karşılayan hostes bile sakinleşmemi sağlayamadı.

      Önümde az önce bahsettiğin uzun boylu, kızıl saçlı kadınla, yanındaki adam vardı. Kadın beyaz kundurasının ucuyla basamaklara özenle basarak çıkmıştı merdiveni.

      Motorlardan uçağın içine yayılan uğultu, bulunduğum mekânı daha ürkütücü hâle getiriyordu. Geziye katılanlarla diğer yolcular birbirine karışmışlardı. Nemli ama insanı sıkmayan serin bir hava olmasına rağmen beni sıkıntı basmıştı. Üstteki dolaplara el bagajlarını yerleştirenler, ortadaki koridorun tıkanmasına sebep oluyorlardı. Uçağın küçük penceresinden diğer uçakları ve onların gerisindeki binaları görebiliyordum. Cana yakın hostesler herkes gibi yerimi bulmamda bana da yardımcı oldular. Cam kenarında oturacaktım.

      Saat tam yedi buçukta uçağımız havalanacağı uzun piste doğru ilerlerken yüreğimdeki çarpıntı daha da artmıştı. İstanbul’u, Marmara Denizi’ni ve kıyılarını yukarıdan seyretmek inanılmaz bir duyguydu fakat uçağın her an düşebileceği ihtimali hiç zihnimden çıkmıyordu. Gözlerimi kapattım, başımı geriye yaslayıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başladım.

      Hayat sırlarla doluydu ve hemen hemen anlaşılması imkânsız bir şeydi. Zaman zaman onu kavramak için gösterdiğim çabaların çoğu zihnimde cevabı olmayan binlerce sorunun birikmesinden başka bir işe yaramıyordu ve yeterince şeyi anlatmıyordu. Belki de daha çok bilgiye ihtiyaç vardı ve maalesef bu bilgi elimde yoktu veya -varsa- böyle bir bilgiye nasıl ulaşılacağını bilemiyordum. Düşündüklerimin, gördüklerimin ötesinde bir şeyler olmalıydı… Varlığını bildiğimiz fakat nasıl olduklarını anlayamadığımız, büyüklüklerini kavrayamadığımız çok uzaktaki galaksiler gibi…

      Yaşamın, zihnimizde anlamlandırdığımız şeylerin ötesinde bir anlamı olmalıydı. Yoksa neden vardık ve iyi ile kötüden neden farklı şekilde etkileniyorduk? Bizim için iyiyi kötüden ayıran şey neydi? Uçaktaki en ufak titremeyi acımasızca hissediyordum. Vardık, yaşıyorduk ve ölmekten korkuyorduk. Her insan gibi seviniyor, üzülüyor, çiftleşme isteği duyuyorduk, bazen iyi bazen kötü oluyorduk. Mikroplu su içince bağırsak enfeksiyonu geçiriyorduk. Akşama doğru yorulup acıkıyorduk. Fakat bunların hepsi ne anlama geliyordu?

      Neden özellikle, yoksul bir çocuk, hayatın hoyratlığı karşısında savunmasız kalan bir genç kız, çaresiz bir kadın, işsiz bir baba görünce üzülüyordum? Üzülmek için vicdanımı harekete geçiren aklımın gerekçesi neydi? Yeterince yanıtım yoktu ve zaman zaman bunun mutsuzluğunu yaşıyordum!

      Vicdanımız, içimizi kanatan durumlar karşısında neden eziyet çekiyordu?

      İyi olmak veya iyilik yapmak için önemli bir nedenimiz var mıydı? Varsa bu neydi? İyilik yapma isteğimizin en altında yatan sebep, yüce yaratıcıya biz farkında olmadan olan inancımız mıydı? Bütün bu zor kavramların ve soruların içinden çıkabilecek durumda değildim ve yüce bir değere, yüce bir yaratıcıya inanıp inanmama meselesi çözülememiş önemli bir problem olarak ve içimi acıtarak varlığını devamlı hissettirerek duruyordu zihnimin en karanlık ve en derin köşesinde.

      Annemin ve babamın bir şeye inanıp inanmadıklarını hâlâ biliyor değilim; sanki sakıncalı bir şeymiş gibi hiç konuşmamışlardı bu konuyu yanımda! Veya bir şeye inandıklarını gösteren herhangi bir davranışlarına da şahit olmamıştım. Onlar birbirinin tekrarı günlerini yaşayıp sürdürürken illa bunu dayandırabilecekleri yüce bir değerin olması gerektiğini